Anadilde eğitim mi, anadilin öğretimi mi? Prof. Dr. ERGUN ÖZBUDUN / Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi İçinde
bulunduğumuz anayasa yapımı sürecinde çözülmesi gereken en önemli
düğümün Kürt sorunu olduğunda kuşku yoktur. Bu sorunun temel
boyutlarından birini de, Kürtçe eğitim ve öğretim sorunu oluşturmaktadır. Kürtçenin (veya başka
anadillerin) devlet okullarında hiçbir şekilde öğretilmemesini savunan
aşırı Türk milliyetçisi görüşler bir yana bırakılırsa, bu konuda iki farklı
yaklaşımın olduğu göze çarpmaktadır. Biri, milliyetçi Kürt siyasal
hareketinin talep ettiği, bazı liberal demokrat yazar ve düşünürlerin de
desteklediği “anadilde eğitim” yaklaşımıdır. Bunun ayrıntılı içeriği
açıklanmamakla beraber, öyle görünüyor ki, kastedilen okul-öncesi
eğitimden üniversite mezuniyetine kadar Kürtçenin hâkim olduğu bir eğitimdir. Gene anlaşılmaktadır ki, bu sistemde Türkçeye ancak bir ikinci dil olarak
sınırlı ölçüde yer verilecektir. İkinci görüş ise, Kürtçenin ve talep
olduğu takdirde Türkiye’de konuşulan diğer anadillerin seçimlik ders
olarak öğretilmesidir. Bu sadece dil öğretimini değil, gene seçimlik olmak şartıyla, Kürt edebiyatı, Kürt toplum yapısı, Kürtlerin tarihi gibi konuları da kapsayacak genişlikte düzenlenebilir. Aslında rasyonel tartışmalara açık olması gereken bu konu, zaman zaman, Türkiye’nin birçok sorununda olduğu gibi,
ideolojik şablonlarla, “ya hep, ya hiç” mantığıyla ele alınmaktadır.
Oysa sorunun elbette ideolojik ve kimliksel yönleri olduğu kadar, sosyolojik, psikolojik ve pedagojik yönleri de vardır. Anadilde eğitimi sınırsız ve mutlak bir hak olarak
gören siyasetçiler ve yazarlar, konunun tartışılacak ve müzakere
edilecek yönünün bulunmadığı görüşündedirler. Bu görüşe göre sınırsız
bir anadilde eğitim hakkı talebi, Kürt kimliğinin korunması bakımından
zorunludur ve Türkler yönünden bu talebi kabul etmek, sadece
siyasî değil, aynı zamanda ahlâkî bir yükümlülüktür. Tabiî haklar,
tartışma ve müzakere konusu olamaz. Bu hakkın mutlak anlamıyla
tanınmaması, dolaylı yoldan da olsa, asimilasyonist bir yaklaşımı
çağrıştırmaktadır. Kürtçe hakim dil mi olsun? Oysa burada sorun, bir tabiî hakkın tanınmasının reddedilmesi değil, okul-öncesi eğitimden başlayıp üniversite çağı da dahil olmak üzere, bütün öğrenim hayatında Kürtçenin hâkim dil olarak kullanılmasının, toplumda birbirlerini anlamayan, birbirleriyle iletişim
kuramayan iki grubun varlığına yol açıp açmayacağıdır. Burada dile
getirilen endişe, böyle bir sistemin, zaten mevcut olan ayrışmayı daha da derinleştireceği ve belki sonunda tam
bir ayrılıkla sonuçlanabileceğidir. Ayrıca bu yaklaşımın, Kürt gençleri
bakımından ciddî istihdam sorunları yaratacağı da unutulmamalıdır.
Aslında, anadilde eğitimi savunanlarla, anadilin öğretimini savunanlar
arasındaki fark, abartıldığı ölçüde büyük
değildir. Buna rağmen, anadilin öğretilmesini savunanların, Kürt
dilini, kültürünü, hattâ Kürtlerin varlığını reddeden, inkârcı ve
asimilasyonist zihniyetlerle neredeyse aynı kaba konulmak istenmesi, son
derece haksız bir tutumdur. Kürtçenin
hâkim dil olduğu bir “anadilde eğitim” yaklaşımına, yabancı kolejler ve
ağırlıklı olarak bir Batı dilinde eğitim veren devlet okulları da örnek
gösterilemez. Çünkü bu okullarda öğrenim
gören öğrenciler, Türkçeyi anadilleri olarak ana-babalarından,
arkadaşlarından, çevrelerinden, televizyondan öğrenebildikleri halde,
Kürt çocukları bu imkânların pek çoğundan yoksun olacaklardır. Nihayet, bir hususu ilke olarak
benimsemek, onun uygulanma şeklinin asla “müzakere” edilemeyeceği
anlamına da gelmez. Meşhur deyişle, “şeytan ayrıntılarda saklıdır.”
Kürtçe ve diğer anadillerin öğretimi ilke olarak kabul edildikten sonra, onun kapsamının ve şekillerinin tartışma ve müzakereler yoluyla belirlenmesi, sadece
meşru değil, aynı zamanda gereklidir de. Bu tartışmada elbette, salt
ideolojik değil, sosyolojik ve pedagojik veriler de dikkate alınmalıdır.
Burada özellikle kaçınılması gereken bir tutum, reddiyeci ve inkârcı
bir zihniyetle, anadil öğrenimine kapıları açmaktan kaçınmaktır. Mevcut
durum, temel insan haklarına aykırı olduğu gibi, okula yeni başlayan Kürt öğrenciler bakımından da ağır psikolojik ve pedagojik sorunlara yol açmakta, birdenbire bilmedikleri veya pek az bildikleri bir dilde öğrenime başlamak zorunda kalan bu çocuklar, ciddî sıkıntılar çekmekte, öğrenimdeki başarıları çok olumsuz şekilde etkilenmektedir. Talep üzerine seçimlik ders olarak anadil öğretimine başlanabilmesi için, bir
anayasa değişikliğini beklemeye de gerek yoktur. Yürürlükteki
Anayasanın, bazılarınca buna engel olarak gösterilen 42’nci maddesi,
aslında böyle bir engel oluşturmamaktadır. Bu maddeye göre, “Türkçeden başka
hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Burada kastedilen, elbette,
Türkçeden başka bir dilin hiçbir şekilde okutulamayacağı ve
öğretilemeyeceği değil, hâkim eğitim dili olarak okutulamayacağı ve
öğretilemeyeceğidir. Nitekim yabancı kolejlerde ve bazı devlet
okullarında bir Batı dili, hâkim eğitim dili olarak
kullanılabilmektedir. Türkiye’de oldukça önemli bir azınlığın anadili
olan Arapça, imam hatip liselerinde, ilâhiyat fakültelerinde, yüksek
İslâm enstitülerinde ve birçok üniversitenin edebiyat fakültelerinde
kapsamlı şekilde okutulmaktadır. Yeni anayasa yapımı sırasında mevcut 42’nci madde, elbette daha
demokratik yönde değiştirilmelidir. Burada ifade etmek istediğim, böyle
bir uygulamanın, bu değişikliği beklemeksizin başlatılmasının mümkün
olduğudur. Nihayet, anadilin öğretimi ve eğitimi konusunda mâkul bir
çözüm arayışına ışık tutması gereken milletlerarası sözleşmelerden de
azamî ölçüde yararlanılmalıdır. Bunlar arasında, özellikle, kuruluşundan
beri üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi
çerçevesinde kabul edilmiş olan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin
Çerçeve Sözleşme” ve “Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı” birinci
derecede önem taşımaktadır. Azınlık dillerinin öğrenimi Bu sözleşmelerden ilki, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesince 10 Kasım 1994’te kabul edilmiş ve 1 Şubat 1995’te imzaya açılmıştır. Bu sözleşme, Türkiye’nin de dahil olduğu çok az sayıda ülke dışında, Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin büyük çoğunluğu tarafından imzalanmıştır. Sözleşme, ulusal azınlıkların bir tanımını vermiş değildir. Ancak sözleşmenin hazırlık çalışmalarına katılan ve bu konuda bir öneri
hazırlayan Venedik Komisyonu’na göre “azınlık terimi, bir devletin
nüfusunun geri kalanından sayıca az olan, üyeleri o devletin
vatandaşları olan, nüfusun geri kalanından etnik, dinsel ve dilsel
bakımdan farklı özelliklere sahip bulunan
ve kültürlerini, geleneklerini, dinlerini ve dillerini koruma
iradesiyle yönlenen bir grubu ifade eder.” Bu tanım ve onun içerdiği
vatandaşlık şartının sözleşmede yer almamış olması, vatandaş statüsünde
olmayan azınlıkların, özellikle göçmenlerin, bu sözleşmeden yararlanıp
yararlanamayacağı konusunda tartışmalara yol açmıştır. Ancak, genellikle
kabul gören görüş, sözleşmenin sadece
vatandaşları kapsadığı, göçmen işçilerin durumunun ayrı bir Avrupa
Konseyi Sözleşmesi’nde (24.11.1977 tarihli, “Göçmen İşçilerin Hukukî
Statüsü Hakkında Avrupa Sözleşmesi”) düzenlenmiş olduğudur. Çerçeve
sözleşme, ayrımcılık yasağı, pozitif ayrımcılık, dil hakları, barışçı
toplanma hürriyeti, yerel ve özerk temsil hakkı, idarî makamlarla
ilişkiler ve kamu işlerine katılma gibi çeşitli konuları düzenlemekte ve bir
denetim mekanizmasına yer vermektedir. Sözleşmenin 13’üncü maddesine
göre, “Taraflar, kendi eğitim sistemleri çerçevesinde, bir ulusal
azınlığa mensup kişilerin kendi özel
eğitim ve öğretim kurumlarını kurma ve yönetme hakkına sahip olduğunu
tanırlar. Bu hakkın kullanımı, taraflara herhangi bir malî yükümlülük
getirmez.” Sözleşmenin 14’üncü maddesine göre de, “Taraflar, ulusal
azınlığa mensup her kişinin kendi azınlık dilini öğrenme hakkına sahip
olduğunu tanımayı taahhüt ederler. Ulusal azınlıklara mensup kişilerin geleneksel olarak
ya da önemli sayıda yaşadıkları bölgelerde, yeterli talep varsa,
taraflar, mümkün olduğu ölçüde ve kendi eğitim sistemleri çerçevesinde,
bu azınlıklara mensup kişilerin azınlık dilinin öğretilmesi, ya da bu
dilde eğitim görmeleri için yeterli fırsatlara sahip olmasını sağlamaya çaba gösterirler. Bu maddenin 2’nci paragrafı, resmî anadilin öğretilmesi veya bu dilde eğitim yapılmasına halel getirmeksizin uygulanacaktır.” Gene Avrupa
Konseyi çerçevesinde imzalanan 5.11.1992 tarihli “Avrupa Bölgesel ve
Azınlık Dilleri Şartı” da, 8’inci maddesinde bölgesel ve azınlık
dillerinin eğitim ve öğretimini çok daha ayrıntılı şekilde düzenlemiştir. Bütün
bu hükümler, taraf devletlere, azınlık dillerinin eğitim ve öğretimi
prensibinin özüne halel gelmemek şartıyla, oldukça geniş bir
hareket serbestisi tanımaktadır. Yukarıda alıntılanan hükümlerde geçen,
“yeterli talep varsa,” “mümkün olduğu ölçüde,” azınlık dilinin
öğretilmesi ya da bu dilde eğitim görme,” “resmî dilin eğitim ve
öğretimine halel gelmemesi” gibi
ifadeler, taraf devletlere tanınan bu takdir serbestisi alanını
tanımlamaktadır. Dolayısıyla, anadilin öğretimi ilkesini hiçbir
tereddüde yer bırakmayacak şekilde kabul etmek şartıyla, bu eğitim ve
öğretimin şeklini, kapsamını ve resmî dil olan Türkçe ile
ilişkisini, yapıcı ve rasyonel şekilde tartışmak, söz konusu
milletlerarası sözleşmeler çerçevesinde de tamamen meşrudur. Türkiye’nin
şimdiye kadar imzalamadığı bu iki sözleşmeyi imzalaması, konunun Avrupa standartları çerçevesinde tartışılmasını kolaylaştıracak bir adım olacaktır. ________________________-- STAR, 23-01-2012 |
5445 kez okundu
Yorumlar 27/08/2020 18:05 Zulümle abad olanın ahiri berbad olur
Misafir - Anadil 20/02/2020 05:15 Haklısınız. Anadil Eğitimi olur, olmalı. Ana Dilde Eğitim Kürtçe is, olmaz! Lûtfen okuyun:
http://www.angelfire.com/vt2/vatansever/vs01.html Misafir - |