Ana dili yasakları böler, ana dilleri değil SERDAR M. DEĞİRMENCİOĞLU Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında kurulan ulus devletler “etnik temizlik” politikaları uyguladılar. Bu politikaların kaçınılmaz sonucu olarak ana dili felaketleri de yaşandı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra kitleler bu ana dili felaketi ile karşı karşıya kaldılar. Bu kitleler sayıca çok büyüktü ve tek bir etnik gruptan oluşmuyordu. Rumca, Ermenice, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Arnavutça gibi birçok ana dili istenmeyen dil ilan edildiler. Bu listenin uzun olması çok önemli. Bugün ana dillerine yönelik baskılara veya yok etme girişimlerine karşı çıkanlar, yalnızca Kürtçe için değil, Türkiye’de bulunan bütün ana dilleri için adalet istiyorlar. Ana dili yasaklanan ve bu nedenle müthiş bir adaletsizlik ile karşı karşıya kalanlar tek bir etnik gruptan değil. Bunu daha iyi kavramak için, ana dili felaketinden etkilenen çocuklardan birine, o milyonlarca acı öyküden birine kulak verelim. Ana dili Arnavutça olan bir çocuğun öyküsü bu: “Ailem 1930’larda Arnavutluk’tan Türkiye’ye göç etmiş. Türkiye’ye geldiklerinde annem ve babam dahil hiç kimse Türkçe bilmiyormuş; sadece Arnavutça ve Rumca biliyorlarmış.” Baba subay olur ve generalliğe dek yükselir. Ulus devlet kurma çabalarının zirvede olduğu bir dönemde, orduda görev yapan bir kişinin ve ailesinin “Türk” olmaması, Türkçe dışında bir dil kullanması elbette söz konusu olamaz. Annem Türkçeyi iyi öğrenmişti. Anneannem ise Türkçe konuşmakta zorlanıyordu. (...) Her gün annem oturur, ona saatlerce güzel Türkçe konuşması için ders verirdi; ama anneannem yine bildiğini konuşurdu. Annem de subay hanımları bize geldiğinde, bizim ‘Türk olmadığımız’ anlaşılmasın diye, beni ve anneannemi bir odaya kapatırdı. Çünkü ben de anneannemle Arnavutça konuşurdum ve anneanneme ‘nana’ (büyük anne) diye hitap ederdim. Annem bundan hiç hoşlanmazdı ve bizim sadece Türkçe konuşmamız için uğraşırdı. Biz (...) bir yere gittiğimizde (...) ‘nana’ dememem için, beni sıkı sıkı tembihlerdi. Ama yine de ben bunu unutur ve anneanneme ‘nana’ derdim. O anda, annem bana görülmez şekilde bir ‘çimdik’ atardı. Ben de görevimi hatırlar ve susardım. Ana dilini ancak gizli saklı bir şekilde konuşabilen, ortalık yerde ana dilini kullandığında ceza yiyeceğini bilen, devletin dil üzerinde kurduğu sıkı disiplini evinde bile hisseden bir kız çocuğu, ana dili yasağının herkes için geçerli olmadığını er ya da geç öğrenecektir. 13 yaşlarında filandım, annemle Taksim’de geziyorduk. O anda bir çocuk avazı çıktığı kadar annesine ‘mama mama’ diye bağırıyordu. (...) ödüm koptu ve ‘eyvah dedim’ şimdi çocuğu dövecekler. Çok korkmuştum. Anneme; ‘Anne, hemen çocuğa söyle Türkçe konuşsun!’ dedim. Annem de bana dedi ki: ‘Kızım onlar turist, ya Amerikalıdır ya da İngiliz. Onlara her şey serbest, istedikleri dilde konuşurlar, onun için hiç korkma’ dedi. *** Bu
öyküyü önce Antalya, sonra da Sivas Eğitim Sen Şubesi tarafından düzenlenen
Dünya Anadili Günü etkinliklerinde okudum. Bu öykünün ardından, Ataol
Behramoğlu’nun söylediklerini de özetledim. *** Her ana dili çok değerli. Her çocuk ana dilini okulda bulabilmeli ve ana dilini geliştirebilmeli. Ana dilleri bölmez, tam tersine birleştirir. Bu konuda, ana dili yasakları ve acıları ile büyüyen çocuklara mı kulak vereceksiniz, yoksa Ataol Behramoğlu’na mı, ona artık siz karar verin... Not: Yukarıdaki öykü, Gülçiçek Günel Tekin’in, “Beyaz Soykırım: Türkiye’nin Asimilasyon ve Dilkırım Politikaları” (Belge Yayınları, İstanbul, 2009, 2. Basım, s.228-229) başlıklı kitabından alınmıştır. _____________________ EVRENSEL,02 Mart 2013 |
3048 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |