‘Bizim Çerkesler’ ve ‘öteki Çerkesler’ Dr. SETENAY NİL DOĞAN / Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisi Türkiye’deki
ve dünyadaki Çerkesler’in Rusya’nın Kuzey Kafkasya’yı pasifize
etmesiyle başlayan ve Osmanlı, Rusya, İngiltere gibi dönemin
aktörlerinin rol oynadığı 1864 sürgünüyle şekillenmiş bir tarihi var.
Sürgün tecrübesinin Çerkesler açısından belirleyici olan sonucu bir
“vatan kaybetmişlik” hafızası yaratmış olmasıdır. Bir vatan kaybettiğini
düşünen Çerkesler, geldikleri toprakları, ikinci vatanı, ikinci şansı
kaybetmemeye çabalamış; Osmanlı topraklarıyla ve devletiyle olan
ilişkilerini ‘sadakat’ ve vefa kavramları üzerinden kurmaya
çalışmışlardır. Yerleştirildikleri bazı yerlerde yerel halkla
aralarında bir takım sorunlar, uyuşmazlıklardan bahsetmek mümkünse de
Osmanlı ve Çerkes elitleri arasında sorunsuz bir entegrasyon
yaşandığından bahsetmek mümkündür. Bu dönemin içinde II. Meşrutiyet
yılları imparatorluk içindeki bütün gruplara olduğu gibi Çerkeslere
Çerkes olarak katılabilecekleri yeni bir kamu alanı açmıştır: Bu dönemde
Çerkesler birçok cemiyet kurmuş, gazeteler çıkarmış, Beşiktaş’ta Özel
Çerkes Örnek İlkokulu’nu kurmuşlardır. Türkiye’nin Müslümanları Mustafa
Kemal’in 1920 tarihli Birinci Meclis konuşmaları Meclis’in yalnız Türk
değil, yalnız Çerkes değil, yalnız Kürt değil, yalnız Laz değil “fakat
hepsinden mürekkep anasır-ı islamiye”, Müslüman unsurlardan oluştuğunun
altını çizmektedir. 1920’lerin ikinci yarısı ise kardeşliğin bozulduğu
dönemdir, farklılıklarıyla birbirine saygı gösteren, ortak çıkarlara ve
ulusal sınırlar içinde beraber yaşama isteğine sahip olan Müslüman
unsurlar anlatısı yerini “Kürtlük, Çerkezlik ve hatta Lazlık ve Pomaklık
gibi fikirler telkin edilmiş vatandaşlara” bırakacaktır. Erken
Cumhuriyet döneminde Türk olmayan Müslüman gruplara dair iki söylemin
aynı anda varlığından bahsedebilir ve her ikisine de devlet erkine ait
monologlar diyebiliriz. Bir söylem Türk milletinin halihazırda
homojenliğinden bahsederken, diğer söylem bu grupları Türkleştirme, bu
grupların tehlikeleri ve dahil edilmelerinin ve dışlanmalarının sürekli
inşa halindeki koşulları üzerine konuşuyordu. Bu gruplar kimi
zaman çok tehlikeli, kimi zaman çok önemsiz; kimi zaman yok, kimi zaman
da büyük tehlikeler oluşturabilecek kadar çok; kimi zaman bizden biri,
kimi zaman içimizdeki düşmanlar ve kaypaklar olarak düşünülmüş,
marjinalleştirilmiş ve minimize edilmişlerdir. Her durumda kendileri
hakkında konuşmayan, kendi sesi olmayan, kendi tarihi olmayan olarak
tahayyül edilen ama sürekli üstüne konuşulan, sürekli izlenen,
sadakatleri ölçülen, sorgulanan, disipline edilen gruplar olmuşlardır. Kendi çalıştayını kendi yaptı Daha
sonraki değişik Türk milliyetçilikleri de Kemalist dönemin bu ikircikli
tavrını miras almıştır. Türk milliyetçiliği monolitik bir blok olmasa
da içinde Çerkeslere dair iki söylem göze çarpar: Birinci söylem
Çerkesler ve Türkler içindeki ortaklıkları vurgular, onları Türk
dünyasının içine alır ve Kafkas Türkleri ve Esir Türkler başlığı altına
sokar. Çerkesler Türk milliyetçiliğinin kadrolarında bu bağlantılar
üzerinden var olmuşlardır. Diğer söylemse Çerkesleri Türk milletinin
içindeki düşmanlar, potansiyel sorunlardan biri olarak görür. Yine
monolitik bir blok olmadıklarına dikkat etmemiz gereken Çerkeslerin Türk
milliyetçiliğiyle ilişkisi de aynı şekilde ikircikli ve kararsız bir
ilişkidir. Çerkeslerin devletle ve Türk milliyetçiliğiyle
kurdukları bu çok boyutlu ilişki 1990’lardan beri Türkiye’deki
Çerkeslerin birçok toplumsal soruna verdiği tepki, kendi içlerindeki
tartışmaları anlamamızı mümkün kılmakta. 1990’lar boyunca
Çerkesler, Kürt sorunuyla bağlantılı olarak yapılan birçok tartışmada
hak talebinde bulunmayan, halinden memnun ‘iyi’ etnik grup örneği olarak
yer buldular. Bazı Çerkesler gerçekten memnundu; zira memnuniyetin,
uyumun, devlet ve iktidar ile entegre olmanın eşit vatandaşlar olarak bu
ülkeye dahil olmanın tek yolu olduğunu düşünüyorlardı. Bu anlatıya
göre Çerkesler diaspora veya azınlık değillerdi, hiç ayrımcılık
yaşamadılar, bu millete hep sadık kaldılar ve bu ulus-devleti kuran her
savaşa en önde gittiler. İkinci bir grup ise 1970’lerin
asimilasyon ve dönüş söylemlerini dünyada başlayan ve Türkiye’de de
yavaş yavaş ve sancılı bir şekilde açılan çokkültürcülük ve
kültürlerarasılık tartışmalarıyla birlikte bugün vatandaş olarak
devletten istenen taleplere dönüştürmüş durumda. 25-26 Şubat 2012’de
Derbent’te düzenlenen Çerkes Çalıştayı’nı, Çerkesce adıyla Lejen Xase’yi
de tam bu taleplerin üzerinden okuyabiliriz. Çerkesleri görünür
kılmak, Çerkes dillerinin seçmeli ders olarak okullarda okutulması, 24
saat yayın yapan Çerkes televizyonu ve radyosu, Çerkes soyadlarının
iadesi, resmi tarihin içine Çerkeslerin dahil edilmesi gibi bir çok
taleple Çerkesler, hükümetin Kürt, Alevi ve Romanlarla düzenlediği
çalıştayların ardından kendi çalıştaylarını kendileri düzenlediler.
Barışçıl bir dille ayrılmak, bölmek, bölünmek vs değil, tam tersine
dahil olmak istediklerini dile getirdiler; aynı anda hem eşit hem de
farklı olmanın nasıl mümkün olacağını Türkiye’nin çeşitli siyasetçileri,
sanatçıları ve bilim insanlarıyla tartıştılar; devlete, hükümete,
siyasi partilere “dilimizi, kültürümüzü ve kimliğimizi korumamıza yardım
edin” dediler; eşit ve farklılıkları bastırmadan bir arada var
olabilecekleri bir Türkiye’nin sadece Çerkeslere değil, hepimize iyi
geleceğini ifade ettiler. Farklılıklardan ürkmeyelim Çerkesler,
tıpkı Türkiye gibi değişimin verdiği sancıları yaşıyor. Devletle kimi
zaman dirsek temasında kimi zaman uyumlu ilişkiler içinde olan, “bizim
Çerkesler” bekleyecek; bu talepleri “sakıncalı”, gereksiz ve erken
bulacak; Kürtlere benzetilme korkusu yaşayacak. “Öteki Çerkesler”, yani
çok da makbul olmayan şeyleri ifade ve talep eden Çerkesler şiddet
içermeyen ama taleplerini ifade edebilecekleri, kendilerinden sürekli ve
koşulsuz sadakat bekleyen bir Türk milliyetçiliği ve her türlü etnik
sorunu kendine eklemleyen bir Kürt hareketi arasına sıkışmayan yeni bir
dil oluşturmaya ve “bizim Çerkesleri” ikna etmeye çalışacak. İzdüşümlerini
ve oluşumlarını Türk milliyetçiliğinde, Türkiye’deki yaygın Çerkes
imgesinde ve devlet politikalarında görebileceğimiz bu iki Çerkes
imgesi, iki Çerkes grubu bu ülkeye eşit vatandaşlar olarak nasıl daha
iyi dahil olabileceklerini, Kürt sorununun neresinde durduklarını,
Türkiye’de Çerkes olarak nasıl yaşayabileceklerini tartışmaktalar. Şu
ana kadar Çerkeslerin hikayesi olarak anlattığım bu hikaye, aslında çok
daha büyük bir hikaye, Türkiye’nin 1990’lardan beri çeşitli sancılarla
ve bedellerle gelmiş olduğu bir nokta bu: Farklılıkları görmezden gelen,
eşit vatandaşlığı aynı olmak üzerinden tanımlayan ve etnik, cinsel
yönelim ve dinsel farklara kulaklarını tıkamış ve hatta onlarla mücadele
eden bir Türkiye ile kültürlerarası diyaloga izin veren,
farklılıklardan ürkmeyen ve bunu eğitim sistemine, medyaya, kaynakların
dağıtımına yansıtan bir Türkiye ideali arasındaki mücadelenin hikayesi
bu. sndogan@hotmail.com ________________________________ STAR GAZETESİ, 05/03/2012 |
4403 kez okundu
Yorumlar‘Bizim Çerkesler’ ve ‘öteki Çerkesler’ 05/03/2012 18:03 Akademisyen Setenay Nil Doğan, Çerkeslerin Türkiye'deki "ruh halleri"ni oldukça güzel bir şekilde irdelemiş. Ancak Çerkeslerin burada konu dışında kalan bir "üçüncü ruh halleri" daha var. Benim de dahil olduğum "anavatana dönen veya dönüş yolunda olan Çerkesler"in ruh halleri. O da en az ilk ikisi kadar önemli ve güncel. Misafir - |