Muhafazakâr kesimin önde gelen isimlerinden Cemal Uşak'tan camianın hem Kürt sorununa bakışına hem güçle imtihanına eleştiri var: 'Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama yapılmadı.'Ezgi Başaran Niye
Cemal Uşak,
Fethullah Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı’nda kurulduğundan beri yer alan, şimdi de ikinci
başkanlığını yürüten bir entelektüeldir. Bundan da önemlisi
muhafazakâr camiada aklıselimi temsil eder. Yakın zamanda önce
Kürt sorunuyla ilgili şahsi bir hikâyesini paylaştı, hem de
dindarların güçle imtihanı üzerine eleştirel bir makale yazdı.
Kürt sorununda tansiyonun biraz da, medyanın büyük bölümüne
hâkim olan muhafazakârlar tarafından belirlendiği bugünlerde
Uşak’ı dinlemek gerek.
Açık
Toplum Vakfı’nın çıkardığı Anadolu Vicdanı kitabında Kürt
sorunuyla karşılaşma anınızdan bahsediyorsunuz. Ne zamandı?
1974 yılında öğrenciydim. Nur camiası içinde ama şu
günlerdeki ifadesiyle Gülen Cemaati içinde değildim. Elbette ki
Fethullah Gülen’e uzaktan kendimce derin sempati ve ilgi duyardım.
ışte içinde bulunduğum camia o dönemde Kadıköy yakasında 4
öğrenci evine nezaret etmemi istemişti. Yani ağabeylik
yapıyordum. Göztepe’de çoğu Bingöl ve Urfalı 6-7 kişilik bir
talebe grubu vardı. Bir gün gittim, “Halim’le Mehmet nerede?”
diye sordum. Mutfakta yemek hazırlıyorlarmış. Kapıya
yaklaştığımda resmi belgelere de giren haliyle ‘anlaşılmayan
bir dil’ duydum. Sonradan öğrendim ki Zazaca. Ben içeri girince
panikle sustular ve “Abi özür dileriz, belki bir daha olmayacak,
anamızın dilini özlemişiz de birkaç kelime konuşmuşuz”
dediler. Sanki suçüstü haliydi yaşadıkları.
Siz
ne dediniz? O ki ananızın dili, siz bu dili konuşmakta
serbestsiniz dedim. ınanamadılar bir süre: “Abi sen doğru mu
diyorsun? Ama Haşim Abi bize yasaklamıştır.” Haşim Abi
dedikleri de onlardan büyük Urfalı bir Kürt. Haşim’le daha
sonra konuştuğumda şöyle demişti: “Yahu, ben de bir Kürt
olarak anamızın dilini konuşamamaktan mustaribim. Ama
hassasiyetleri biliyorsun. Ben, gençlerin başına bir şey
gelmemesi için ikaz etmiştim.” Ama bu izah, elbette ki, camiayı
bu anlamda sorumluluktan kurtaramaz.
Caiz
yani seçmeli Bu camia ve sorumluluk
kısmını biraz açar mısınız? Bediüzzaman
Hazretleri’nin 1911’de Kürt aşiretleri arasında yapmış
olduğu mülakatlara dayanan kitabında söyleniyor: Bu bölgenin
eğitim dili Kürtçe, Arapça ve Türkçedir. “Türki lazım,
Arabi vacip, Kürdi caiz” sloganı aramızda sık tekrarlanırdı.
Caiz kelimesini seçmeli yani dileyen Kürtçe de öğrenebilecek
şeklinde anlıyorduk. Bu sloganik ifade aramızda konuşulmasına
rağmen bunun gereği yapılmazdı.
Nasıl yani?
Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü
savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü dindarlar üzerinde
de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi,
resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını
kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde
milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’
anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın
veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine
yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki
Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ıstırabını
hissetmedik.
Niye böyle oldu, tek açıklama
dindarların da mağdur olması mı? Birinci sebep, evet
resmi söylemin baskısı altında olmamız. ıkinci sebep de şu:
Herkesin kendisine göre bir hesabı ve gündemi vardı. Bu hedefine
doğru giderken devletle cebelleşmek istemiyordu kimse. Çünkü
devletin Kürt sorununa karşı resmi duruşu ortadaydı. Yani
dindarlar bu ülkede çoğunluk olmalarına rağmen resmi anlayışın
mağduruydu. Kürtler, Aleviler gibi.
Yani kendi
mağduriyetimizle uğraşırken bir de Kürtlerin haklarını
savunmayalım mı dendi? Ben buna hak vermiyorum ama
anlıyorum. ıkinci bir yük almayalım diyerek Kürt sorunu dindar
camiada uzun süre dışlandı. Doğru muydu? Hayır. Çünkü mağdur
olan bir kimse başka tür mağduriyetler yaşayanlarla empati
kurmalıdır. Bu ülkede Alevilerin, Rumların, Ermenilerin,
Kürtlerin, Yahudilerin mağduriyetleri var. Bunu kimse anlamasa bile
dindarlığı hayatının merkezine alan kişilerin anlaması
gerekir.
Bunun altında devletin resmi söylemini
özümsemiş olmaları da yatmıyor mu? “Esasen Kürt
sorunu yoktur, bu sorunu birtakım dış mihraklar, içimizden bazı
‘hain’leri manipüle etmek suretiyle suni olarak yaratıyor”
gibi yanlış bir algı vardı. Özellikle Milli Görüş
geleneğinden gelenler bu fikri sıkça tekrar ederdi. Ve çözüm
yolu olarak ıslam kardeşliğini gösterirlerdi.
İslam
kardeşliği Rahmetli Erbakan bu
anlayışı son günlerine kadar savunmuştu… Evet ama
nedir ıslam kardeşliği? Bu bir reçete veya tablet değil ki, suya
koyunca çözülsün. ıslam ümmetinin yetimleri olarak tanımlanan
Müslüman Kürtlerin derdine çözüm arayışı içinde olmaktı
önemli olan. ıslam kardeşliği sözünün arkasından somut bir
teklif gelmiyordu hiçbir zaman. Kuran’da şöyle der: “Sizin
dillerinizin ve renklerinizin çeşitliliği Allah’ın
ayetlerindendir.” 15 sene kadar önce bu ayetin anlamını şöyle
kavradım: Yüce Tanrı istemiş ki, kendisine muhtelif dillerle
yalvarılsın ve yakarılsın. Dolayısıyla eğer ben o Yaradan’a
iman etmişsem, onun ayet olarak ifade ettiği farklı dillere saygı
göstermek durumundayım. Milli Görüşçüler bunu yapamadı,
sloganik ifadelerin ötesine geçemedi.
Gülen
cemaatinin Kürt sorununa bakışı nasıl değişti yıllar içinde?
Cemaat adına konuşmak durumunda değilim ama Gülen
cemaatine sempati duyanların destek verdiği Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı’nın kuruluşundan beri buradayım. Vakıf Türkiye’nin
önünü açacak ‘devlet din ilişkisi’, ‘din demokrasi
ilişkisi’, ‘demokratik hukuk devleti’ gibi konuları işledi.
Sayın Erdoğan, Mısır’a gittiğinde laikliği bir değer olarak
sundu ama dünya âlem biliyor ki Erdoğan’ın geldiği siyasi
damarda laiklik bir değer değildi. Yani Gazeteciler Yazarlar
Vakfı’nın laiklik toplantısı düzenlediği yıllarda,
Erdoğan’ın siyasi geleneğinde laiklik tam tersi bir
konumdaydı.
Neden sonra bir değer haline geldi
laiklik öyleyse? Herkes gibi o ve yakın çevresi de
değişti. Gayrimüslimlerin el konulan mallarının da iade
edilmesine karar verildi çok yeni olarak. Önemli bir devrimdir bu.
Biz ilk kez bir iftar sofrasına Patrik’i, Hahambaşı’nı
çağırdığımız zaman bazı ıslami gazeteler “Müslüman’ın
sofrasına vaftiz şarabı düştü” demişti. Bu gelenekten gelen
birileri bugün gayrimüslimlerin mallarını iade ediyorsa
değişmişlerdir. Ve tabii AB süreci de bu değişimde çok etkili
olmuştur.
Bir
kimlik sorunu Anladım… Biraz önce
cemaatin Kürt sorununa bakışını anlatıyordunuz, laiklikle
bölündü… İlk başlarda biz Türkiye’deki
sorunlara genel olarak temas ettik. Ama sonra Kürt ve Alevi
sorunlarıyla ilgili cepheden toplantılar düzenledik. Kürt
sorunuyla ilgili düzenlediğimiz toplantıların biri Erbil, biri
Ankara, diğeri de Abant’taydı. Ama bundan 15-20 sene öncesine
giderseniz, varlık yokluk mücadelesi içinde olan insanların kendi
dertlerini ön planda tutmasını anlayabiliyorum.
Şimdi
durum ne? Bakın… Hükümet sözcüsü belli
konulardaki tavrını çıkıp açıklıyor ama bizim camiamızın
öyle bir durumu yok. Cemaat dediğiniz sosyolojik bir olgudur, ona
gönül vermiş insanlar tarafından temsil edilir. Televizyonla,
gazeteyle vs. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül vermiş
insanların kurduğu Gaziantep’te yayın yapan Dünya TV adlı bir
Kürtçe televizyon bile var. Bizim Abant toplantımıza katılan bir
avukat, “Sizin camianızın samimiyetiyle ilgili şüphelerim vardı
ama şimdi buradaki tartışma ortamını görünce fikrim değişti”
dedi.
Bölgede cemaatin samimiyeti sorgulanıyor
mu sizce de? Sanmıyorum, kimlerle muhatap olduğunuza
göre değişir. Diyarbakır, Mardin, Urfa’daki insanlar bizim
camianın açtığı etüt merkezlerinden, dershanelerden ve Kimse
Yok mu derneğinin yaptığı yardımlardan memnuniyetlerini ifade
ediyor. PKK ve yakın olanlar ise bu yolla asimile edildiklerini
söylüyor. Bu, camia için inanılması zor bir iftira olur. Camiaya
gönül verenler Filipinler’de, Madagaskar’da okul açıp o
insanları kendi kimliğiyle kabul edecek ama buraya gelince
dönüştürmeye kalkacak. Olacak iş mi?
O
saydığınız ülkelerde de Türkçe öğretmiyor musunuz ama? Her
yerde Türkçe mecburi değil. Kazak-Türk okulu veya Filipin-Türk
okulu dediğiniz zaman Türkçe haliyle müfredatta yer alıyor.
Birçok okulda Türkçe mecburi değil.
Siz
hükümetin meseleye yaklaşımını nasıl buluyorsunuz? Terör
sorunuyla Kürt sorunu arasında elbette ilişki vardır ama akşamdan
sabaha terörü bitirseniz bile Kürt sorunu çözülmez. PKK, Kürt
sorununun içinden çıkmıştır. Önce Kürt sorunu vardı yani.
Eskiden Kürt’ü kabul etmiyorlardı, şimdi Kürt’ü kabul
ettiler, bu defa da terörle ilişkilendirmek suretiyle Kürt
sorununu yumağa dönüştüren bir zihniyetin içine girdiler.
Milliyetçi ve dindarlar arasında bir de şöyle yanlış bir algı
var: “Evet Kürtlerin mağduriyetleri var ama terörü çözmeden
sıra o mağduriyetlere gelmez.” Hiç katılmıyorum bu fikre. Kürt
sorunu önemli ölçüde Kürt dili ve kimliğinin özgürlüğü
sorunudur.
Bazılarına göre TRT şeş’in ve
Kürtçe kurslarının açılması bu sorunu çözmek için yeterli.
Sizce? Osmanlı döneminde basılmış Kürtçe,
Babanice, Suranice, Kırmançi mukayeseli sözlük ve grameri üzerine
kitaplar var. Bir dilin özgürlüğü ne demek? Ben kendimi Kürt
addedecek olsam, Kürtçeyi sadece evde konuşulan bir anadili olarak
mı yaşayacağım? Öyle tabii bugünün şartlarında. Halbuki bu
şekilde hiçbir dil yaşayamaz.
Öyleyse siz
anadilde eğitim taleplerini çok haklı buluyorsunuz? Anadilin
eğitimi Kürtçe kurslarla telafi edilemez. Kürtlerin çoğunlukla
yaşadığı ülkenin her yerinde eğitim sisteminin içerisinde
olması gerekir. Bir Kürt gidip, ben çocuğumun Kürtçe de
öğrenmesini istiyorum dediğinde, Kürtçe sınıfımız var
seçeneğini sunmak gerek. TRT şeş’in açılmasının sembolik
anlamı var elbette. ıktidar yasal düzenlemeleri zorlarcasına
siyasi risk alarak yaptı ama yeterli değildir. Çünkü Kürtçenin
özgürlüğü önündeki engeller hâlâ hayatiyetini
sürdürüyor.
Dindarlar 90’larda Kürtlerin
haklarını ciddi biçimde savunsa bugün farklı bir yerde mi
olurduk? Kesinlikle. ıslami hassasiyeti olduğunu
söyleyip bugün bir yerlerde yazıp çizen bazı kişiler hâlâ
bunu görememiş vaziyette. Neredeyse “E çok oluyorlar, yetmez mi
bu kadar hak” diyecekler… Kendine mümin diyen kişiler farklı
dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu
özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar
bu sorumluluğu yerine getiremediler.
Muhafazakâr
çevrede bu konuda sizin gibi özeleştiri yapanlar var mı? 10
sene öncesinde Türkiye’nin dindarları yoksullukla, mağduriyetle
sınanmaktaydı. Bugün ise dindarlar daha varlıklı ve muktedirdir.
Bu yeni durum da dindarlara yeni sorumluluklar getirir. Yeni bir
sınav çıkarır.
Nasıl veriyorlar o sınavı?
Bu sınavı veremeyenlerin olduğunu söyleyebilirim.
Ramazan ayında bazı belediyelerin yaptığı şımarıklık ve
taşkınlık mahsulü işleri gördüğümde üzüldüm. Biliyorsunuz
içkiye meyyal olan vatandaşlarımız “Meret şişede durduğu
gibi durmuyor” der. Güç de öyle bir şey işte, insan vücuduna
girdiği vakit şişede durduğu gibi durmuyor, kişiyi
dönüştürüyor.
O bakımdan Başbakan da
değişti mi? şüphesiz değişti. Bunun geri dönüşü
yok. Benim bir mümin olarak dileğim değişimlerin yozlaşmaya
dönüşmemesidir. _______________________ Radikal, 10 Ekim 2011
|