Ulus-devlet değil ülke-devlet Şahin Alpay Başta Prof. Dr. Ergun Özbudun olmak üzere artan sayıda gözlemci, TBMM'de yeni anayasayı hazırlamak üzere kurulan ve başlıca dört partinin temsilcilerinden oluşan uzlaşma komisyonunun tesbit ettiği çalışma usullerine bakarak, yeni anayasanın "başka bir bahara" kaldığını düşünüyor. Kimilerine göre, AKP hükümeti yeni bir anayasa yapma konusunda hevesli değil; mevcut anayasanın iktidarını sürdürmeye fazlasıyla yettiği kanısında. Askerlerle uzlaşmalar, demokratik muhalefeti tatmine yarayacak bazı yasa değişiklikleri, PKK'yı "marjinalleştirme," vesaire yoluyla idare edebileceğini hesaplıyor. Bu iddiaların gerçeği yansıtıp yansıtmadığını göreceğiz... Benim gibi düşünenler ise, Türkiye'nin mutlaka yeni, demokratik bir anayasaya ihtiyacı olduğu; bu konuda hükümet ve parlamento üzerinde kamuoyu baskısının sürdürülmesinin hayati önem taşıdığı noktasından hareket ediyor. Bunun için ben TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in çağrısını ciddiye alıyorum ve yeni, demokratik anayasanın dayanması gerektiği ilkeler ile ilgili görüşlerimi bu ve gelecek yazılarda okurlarla paylaşacağım. Yeni anayasanın Türkiye'yi bir ulus-devlet değil, bir ülke-devlet olarak yeniden tasarlaması, benim temel önerim. Neden? Basitleştirmenin mazur görülmesi ricasıyla bazı hatırlatmalarla başlayayım: Milliyetçilik ideolojisinin yayılmasıyla, çok-kültürlü imparatorlukların dağılması ya da prensliklerin, şehir devletlerinin bir araya gelmesi sonucunda ortaya çıkan ulus-devletler, siyasi bir kategori olan "devlet" ile etnik ya da kültürel bir kategori olan "ulus"un (ya da "millet"in) örtüştüğü varsayımına dayandı. Söz konusu ulus-devletler kabaca iki şekilde kuruldu: Ya aynı etnik-kültürel özellikleri paylaşan topluluklar bir devletin çatısı altında buluştu (Almanya modeli) ya da bir devlet, çatısı altında buluşan farklı etnik ve kültürel özelliklere sahip topluluklardan, asimilasyon (kültürel eritme) yoluyla bir ulus/millet yarattı (Fransa modeli). Osmanlı'nın yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ikinci modeli izledi; çok farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen halktan Türk dilini konuşan, Türk kültürünü ve devletin uygun gördüğü Sünni-Hanefi İslam inancını paylaşan bir millet yaratma projesini uygulamaya koydu. Türk milliyetçilerinin önderliğinde Anadolu ve Rumeli Müslümanlarının yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi sonucunda kurulan Türkiye, nüfusunun farklı etnik kökenlerden gelen büyük çoğunluğuna, Türklük bilincini kazandırmayı başardı. Balkanlar'dan ve Rusya'dan kovularak, sürülerek gelen Müslümanlar gönüllü olarak asimile oldular, yerli-otokton halkın bir bölümü ise zorunlu asimilasyon politikaları sonucu Türkleşti. Türkleşmenin en önemli istisnası, Osmanlı döneminde kendi bölgelerinde geniş ölçüde özerk, dil ve kültürlerini koruyarak yaşayan Kürtler oldu. Gönüllü ya da zorunlu göçler sonucu ülkenin Türk çoğunluklu batısına yerleşen Kürtler, Türkleşti ya da iki-kimlikli oldu, ama güneydoğu ve doğunun Kürt çoğunluklu bölgelerinde yaşayanların büyük çoğunluğu Türkçe öğrendiyse de, Kürtlük bilincini kaybetmedi; zaman zaman asimilasyona isyan etti. Bu gerçekler ışığında yeni Türkiye'nin, Kürt kimliğini (ve yurttaşlarının diğer kimliklerini) bütün gerekleriyle tanıyacak şekilde tasarlanması gerekiyor. Türkiye sadece kendi bütünlüğünü korumak için değil, bölgesindeki etnik ve dinsel birlikten uzak olan bütün ülkelere esin kaynağı, rol modeli olabilmek için de kendini ulus değil ülke-devlet olarak yeniden yapılandırmak zorunda. Bugün dünyada önemli ölçüde yerli veya göçle gelen, etnik ve/veya dinsel azınlıklar barındırmayan hemen hiçbir ülke yok. Yalnız Türkiye değil, bütün ulus-devletler, AB'nin en demokratlık iddiasındaki üyeleri dahi, etnik veya dinsel çatışmalardan korunmak istiyorlarsa, kendilerini her kökenden yurttaşların kimliklerinin tanındığı ve eşit haklara sahip oldukları ülke-devletler olarak yeniden tasarlama gereğiyle karşı karşıya. _________________________ Zaman,3 Aralık 2011 |
2711 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |