Hak aramanın barışçı yolu DOĞU ERGİL Geçtiğimiz hafta sonu Sapanca’da bir “Çerkes Çalıştayı” gerçekleştirildi. Böyle bir şeyin olması bile önemli. Çerkesler’in devlet üretim çiftliğinde üretilmiş imajı olumsuz değil. Sürgün olarak geldikleri Osmanlı’ya hizmet etmişler. İstiklal Savaşı’na omuz vermişler ve ufak tefek direnişler olmasına rağmen büyük çaplı bir isyan ve ihanetleri toplum belleğinde yer etmediğinden Çerkes kimliği resmi politikanın bir hedefi olmamış. Bunda Çerkesler’in kimliklerini kamu alanında sergilememeleri ve siyasal bir nitelik yüklememelerinin büyük payı var. 19. asır boyunca, hatta 20. asrın ilk döneminde Rus baskısı ve kıyımı sonucunda ülkelerini terk etmek zorunda kalan Çerkesler tam 50 ülkeye dağılmışlar. Bugün kesin bir veri olmamakla birlikte Türkiye nüfusunun %2 veya 3′ü Kafkas kökenli. Görüştüğüm Kafkas dernekleri mensuplarının babalarının kendilerini korumak için Çerkes kökenli olduklarını söylemekten sakındıklarını dile getirdiler. Aleviler ve Kürtler’den sonra Çerkesler’in de kültürel kimliklerini gizlemiş olmaları resmi bir baskıya hedef olacakları korkusundan kaynaklanıyor. Nasıl bir toplum yaratmışız ki herkes ne olduğunu biliyor ama ifade etmekten çekiniyor? Böyle zorla ve korkuyla bir ulus yaratılabilir mi? Denedik. Sonuçtan memnunsak “olmuş” diyebiliriz! DOĞU ERGİLÇerkesler, yeni bir anayasa arayışı evresinde çoğulcu bir toplum ve demokratik bir siyaset beklentisiyle kültürel kimliklerinin de kabulü arayışındalar. Bu talebi de kavga ve gürültü ile değil insanların vicdanlarına ve izanlarına hitap ederek gerçekleştirmek istiyorlar. O nedenle çalıştay önce diaspora olgusunun tahlili ile başladı. Ata vatanlarından koparılan ve yabancı kültür ortamlarına savrulan kümelerin deneyimleri ve ruh halleri tartışıldı. Aslında bu ruh haline sahip o kadar çok küme yaşıyor ki Türkiye’de. İşte Rumeli göçmenleri. Ermeniler, Rumlar dışarı sürülmüşler. Kürtler içeride sürgüne uğratılmışlar. Osmanlı’dan cumhuriyete intikal eden bir güvenlik politikası iskan.Siz ona ‘yer değiştirme deyin’ onlar sürgün veya tehcir diyor. Kıyım diyenler de var. Sonuç bu muameleye tabi olanların ortak belleğinde büyük kopuşlar, kayıplar ve derin acılar yaşıyor. Sonra da bu insanlardan gönüllü bir birlik isteniyor. Hatta bir Genelkurmay Başkanı’nın deyişiyle, “Ne mutlu Türküm demeyen haindir ve hain kalacaktır.” Mutluluğun emir-komuta ile olmayacağını o da bilir ama halksız siyasal rejimlerde amaç halkın mutluluğu değildir; esas olan itaattir. Bu da demokrasinin doğasına uymaz. Demokrasi çoğulcu, katılımcı ve müzakerecidir. Uyuma dayanır. Ortak kararlara ve belirlenen ilkelere uyumdur önemli olan. Müzakereden doğan uyum geleneği bu topraklara pek uğramadı. Uğrasa da kalmadı. Umutla bekliyoruz, Şener Şen’in unutulmaz filmi Selamsız Bandosu’nda (1987) olduğu gibi. Artık toplumun tarihsel ve sosyolojik gerçekleriyle uyumlu yeni bir siyaset anlayışına, ondan türeyecek (Jurgen Habermas’ın deyişiyle) anayasal vatanseverliğe dayanan siyaset kültürüne ihtiyaç var. Yerleşik ve sonradan gelen toplulukların kültürel (kolektif) kimliğini, hiçbirine ayrıcalık veya ayırımcılık uygulamadan eşit olarak benimseyen bir devlet yapısı sözü edilen. Vatandaşı olan tüm toplulukları kavrayan ve bunu yaptığı için sadakat ve bağlılığı hak eden bir hukuk devleti olmadan dayanışmacı bir ulus, istikrarlı bir siyasal yapı oluşturmak imkansız. Demokratik devlet, vatandaşlarından anayasal ilkelerine uymalarını bekleyebilir. İstenilen siyasal sadakattir. Ama egemen grubun kültürüne baş eğmesini bekleyemez. Bu kültürel indirgemecilik veya buyurganlıktır. Beklerse istediği sadakati bulamaz. Bugün bu gerçeği çok acılar çekip, çok kayıp verdikten sonra öğrendik. Pekiyi ne yapıyoruz? Etnik milliyetçiliğin ötesine geçen bir siyasal sistem ve hukuk düzeni oluşturmayı düşünüyor muyuz? Bugün, 28.02.2012 |
2959 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |