11/12/2011
Anadilini
kaybetmek üzere olan bir halk olarak anadilini kaybetmenin ne anlama geldiğini
çok iyi bilmemiz, yol açacağı sonuçları derinlemesine analiz etmemiz gerekiyor
Geçenlerde Bünyamin Durali'nin '' Eleştirel Denemeler '' isimli yazisını
okudum. Sayın Durali bu eleştirel denemelerine ''TÜRKÇEMİZE KIYMAYIN
EFENDİLER '' diye başlıyor. Ben de bu yazının altına, başlığı ''
ÇERKESCE'MİZE KIYMAYIN EFENDİLER '' şeklinde değiştirmek kaydıyla imzamı
atıyorum.
Bakın sayın Durali ne diyor:
'' Milletler, halklar, bireyler, her
şeyden önce anadilleriyle millet, halk ve birey olmaya hak kazanırlar.
Anadiline titizlenmeyen; Anadilinin temizliğine, dinçliğine, yaratıcılığına
önem vermeyen; Anadilinin musikisine, ses ve anlam güzelliğine, mimarisine,
ifadelendirme gücüne vurgun olmayan; Anadilinin imkânlarına dayanarak
kederlenmeyen ve sevinmeyen milletler, halklar ve bireyler, emperyalist ve
sömürgecilerin elinde oyuncak olmaya, aşağılanmaya, horlanmaya, zillet içinde
yaşamaya mahkumdurlar. İki kez ikinin dört ettiği kadar kesin bir doğrudur bu.
İyi şairlerimizin önde gelenlerinden Fazıl Hüsnü Dağlarca, anadili için:
“Türkçe’m benim ses bayrağım”, Cemal Süreya: “Ağzımda annemin sütü” derken, bu
mutlak ve şaşmaz doğruyu vurgulamışlardır. Anadilimize gereken özeni, duyarlığı
göstermediğimizde; Anadilimizin bize bahşettiği zenginliklerin farkında
olmadığımızda; tarihsel, toplumsal, kültürel bakımlardan çoraklaşmış; duygu ve
düşünme olanaklarımızı yitirmiş; kimliğimizin ve kişiliğimizin pespayeleşmesine
göz yummuş oluruz. Bütün bu sonuçlar kaçınılmaz olarak, tarih sahnesinden
silinmekle, “yok olmak”la karşı karşıya bırakır bizi. İnsanlığımızdan çıkarır.
Kendimize duyduğumuz saygının büsbütün yitmesine, insani değerlerin hepsinden
soyunmamıza, önü alınamaz bir yozlaşmanın girdaplarında çoğalan çürümelere,
kokuşmalara yol açar. Köleleştirir açıkçası, Cengiz Aytmatov’un dediğince:
mankurtlaştırır!
Anadili bilincinden yoksun milletler, halklar ve bireyler, öyküntücüdürler,
maymunsu niteliklere bürünür, kılıktan kılığa girerler; kendi olmaktan, kendi
gibi davranmaktan âdeta utanırlar; taklit ettikleri gibi olmaya, onlara
benzemeye can atarlar. Onlar gibi olma özentisi sergilerken de, gülünçleşirler
enikonu. Ne yapsalar, onlar gibi olamazlar da, o yüzden gülünçleşirler,
maskaraya dönerler. Öyle ya, bir şeyin aslı varken, kopyasına kim rağbet eder?
Kendinden, dilinden tiksinen kişiyi, kim ne etsin? İnsanca ilişkinin olmazsa
olmazı, karşılıklı saygı ve sevgidir her şeyden önce. Sen balçık çukurunda
tepineceksin, ben de sana saygı/sevgi duyacağım, olur mu hiç? Beni de çekersin
o pislik kumkumasının içine, kendinle birlikte beni de perperişan edersin
sonra! Peki, kendimizi rezil-rüsvay etmişiz, birbirimizi nasıl onaracağız,
nasıl ilerleteceğiz?
Anadil bilincinden mahrumiyet, sadece dille, tarihsel ve kültürel bileşenlerle
ilişkili bir yok-olmayı getirmekle kalmaz; ekonomik bağımlılığı pekiştirici bir
faciayı da getirir beraberinde. Anadil, bağımsız yaşayabilme sevincinin ve
bilincinin temel dinamosudur. Bu dinamonun işlevsizliği, milletin, halkın ve
tek tek bireylerin “var olma” gerekçelerini geçersizleştirir. Onları, egemen
güçlere teslimiyetçiliğin bataklığına sürükler. Gelinen bu noktada, dilsizlik
artık o egemen odağın hükümranlığının uzantısı olup çıkmıştır. Egemen odak izin
verdiği ölçüde konuşacak/susacaksın, gülecek/ağlayacaksın,
düşünecek/düşünmeyeceksin. Egemen odağın onayladığı kadarıyla
barınacak/beslenecek/giyineceksin. Dil’in yok senin; İnsan değilsin! İnsan
olmak, kendi kaderini kendin belirlemenle mümkün.
İnsanın anadili, insanı insan eden en temel varlık-alanı olarak, bu düzeyde
değerli ve önemliyken, ne yazık ki, milletimiz, halkımız, tek tek insanlarımız,
insanı kahrından öldürecek kertede bunun farkında değil. Güzelim Türkçe’miz,
üvey evlât muamelesi bile görmüyor, kaç zamandır. Türkülerimiz, şarkılarımız,
deyimlerimiz, atasözlerimiz, cümlelerimiz, sözcüklerimiz paçavraya döndürüldü.
Türkçe-Edebiyat derslerimiz, birtakım gevezeliklerin yapıldığı, işlensin de
nasıl işlenirse işlensin havasında dersler olarak görülüyor. Dilinin
inceliklerine hassasiyetle davrananlara, kültür budalası entel-danteller
gözüyle bakılıyor. Alışveriş merkezlerinin, mağazaların, marketlerin, hattâ köy
bakkallarının, mahalle kahvehanelerinin adları, tabelâları, duyarlı kişiyi
istifra ettirmeye yetecek artacak kadar iğrenç yabancılaşma örnekleriyle dolu.
Dil kirlenmesi, deyip geçiştirilemez yaşadıklarımız; onu fersah fersah aşan
“şizofrenik bir kültürsüzleş(tiril)me”yle, devâsâ bir “uygarlık yitimi”yle
kucak kucağayız. Yüzyıllarca didinsek, geri getiremeyiz kaybettiklerimizi. Yarı
İngilizce, çeyrek Türkçe, aralara yer yer Fransızca, İtalyanca serpiştirilmiş
bulamaç gibi bir dil heyulası, almış başını gidiyor ve biz dört iklim yedi
kıtaya hükmetmiş bir medeniyetin vârisleri olarak, bundan hicâp duymuyoruz hiç;
hicâp duymadığımız gibi gururlanıyoruz bile; batılılaşıyor, çağdaşlaşıyormuşuz!
İnternetle yaygınlaşan, ortalığı kısa zamanda kanserli hücreler gibi kuşatan
bir “Google Dili” hızla Türkçe’nin yerini alıyor; nick’lerden, link’lerden,
sörf’lerden göz gözü görmüyor: küreselleşiyormuşuz, af edersiniz
globalleşiyoruz yâni!
Yazıktır, ayıptır, günahtır; Anadiline, kendi kültürel özvarlığına, estetik
kaliteye, tarihsel mozaiğine, bu denli yüksek perdeden hakaret eden, kendini
inkâr etmek için elinden geleni ardına koymayan başka kaç millet vardır acaba?
Ablamın bir kızı var, Amerikan Dili ve Edebiyatı çıkışlı. Garibim ablam,
kızıyla övünecek ya, "Bizim Simge, İngilizce'yi Türkçe'den güzel konuşuyor"
der durur, öteden beri. Dipsiz palavra! Ablam, dipsiz palavra atmak için
söylemez bunu, dediğine hakikaten inanır. İnandığından öyle konuşur. Tabii,
böyle bir cümle sarf etmekle, anadilini nasıl küçümsediğinin, kültürel
zenginliğimizi nasıl görmezden geldiğinin, daha acısı kendi kendine nasıl
küfrettiğinin, yemin billâh olsun ayrımında değil! Sömürgen-Alafranga
Medeniyeti'ni nasıl yücelttiğinin, gırtlağına dek Batı mukallitliğine
battığının da! Kendini bilse, yalapşap konuşabilir mi, böylesine fütursuzca?
Simge'nin İngilizce'yi Türkçe'den güzel konuştuğunu farz edelim bir süreliğine.
O vakit, O'nun anadili İngilizce olmak gerekmez mi? Kimliğini yadsımış,
benliğini öldürmüş sayılmaz mı öyleyse? Şurası kesin: İnsan, anadiliyle
düşünür, duygulanır. İkinci, üçüncü diller (yabancı diller), olsa olsa, anadili
ağacının yaprakları, o yaprakların damarları rolündedirler. O kadar işte!
Ağacın gövdesi olmaya kalkışırlarsa, kıyamet kopar. Ten (deri) kalır ama, Tin (dil,
ruh) gider. Ne yapalım ki, bukalemunların da derisi var.
Kadın, rektör. "Benim üniversitemde 25 tane profesörüm var" diye esip
gürlüyor, bir tv kanalında. O profesörler onun taşınmazı mı bilemem;
"üniversitem! profesörüm!" dediğine göre, üzerlerinde bir ucundan
mülkiyet hakkı olmalı sanki! Geleneksel-Sosyolojik genetiğimizde kodlanmıştır
da, oradan biliyorum. Bizim bürokratlar, özellikle üst düzey devlet
kademelerindeki memurlar, içgüdüsel ve ırsi reflekslerle harekete geçer ve
devleti kartal pençeleriyle sahipleniverirler hemen. Devleti sahiplenirken,
milleti de hacamat ederler tabii! Yok canım, kötü niyetlerinden değil;
yakasını-paçasını bir türlü toplayamayan millete, nizam-intizam verme
sevdâsından! Toplum mühendisliği ruhu taşımak, böyle birşey! Neyse ne, nereden
seğirttik buraya, konumuz bu değil ki! Fakat insan, hele bir üniversite yöneticisi
ise, bu kadar rehavetle, "elimde beş tane patatesim kaldı" bile
diyemez. Hâlihazırda elimde olduğuna göre, benim oldukları anlaşılıyor zaten.
Ayrıca, "beş tane patates" demek de, lâf kalabalığından başka birşey
değil; "beş patates" yeterince açıklayıcı. Demek neymiş:
"Üniversitemizde yirmibeş profesör var" dersiniz, olur biter.
Söylersem, haddimi aşmış olur muyum, diye ikircimleniyorum: Sayısı, miktarı
belirtilenler, canlı varlık(lar)sa şayet, hele insan(lar)sa, ifadede
"tane" kavramı yer almaz. Bir rektör için az kusur sayılmamalı, bunu
bilmemek. Biliyor da uygulamıyorsa, o vakit daha da kusurludur.
Üniversite öğrencisi bir genç kız, hem de Edebiyat fakültesinde; “kal geldim”
diyor, hiç sıkılmadan “oha falan oldum” diyor. “Donakaldım” demek istiyor
aslında, “şaşırdım kaldım” demek istiyor. Demiyor ama, diyemiyor. Aklını da,
ruhunu da yitirmiş, nasıl varsıl bir tarihin ve coğrafyanın üstünde oturduğunu
bilmiyor; fukaralığı bundan!
Bir başkası, Felsefe bölümünden 25 yıl önce mezun olmuş, yılların lise
öğretmeni, dört şiir kitabının altına imzasını atmış; gelgelelim, konuşma
sonrası telefonu kapatırken, her seferinde, “bay bay” diyor da, başka bir şey
demiyor. “Hoşça kal, sağlıcakla kal, Allahaısmarladık” gibi güzelliklerin
köküne kıran mı girdi, n’oldu? Aynı arkadaş, katiyen “tahminimce, aşağı-yukarı,
muhtemelen, bir olasılıkla, bir ihtimal.”filan demez; ille de “atıyorum”. At
bakalım, nereye kadar! “Saat 1 sularında, 1 civarında, yaklaşık saat 1’de” de
gelmez; her koşulda “1 gibi” gelir, dimdik, kazık gibi!
Allahın sevgili kullarından bir diğeri, Hukuk "kıraat etmiş"
zamanında, roman yazıyor, hikâyeleri de var; “olayın bir de back raundu
var”mış. Ben bilmem, O öyle diyor. Peki, “olayın arkaplanı var” dese olmaz mı?
Olmaz, cafcaflı konuşmak varken, sâdelik neyin nesi!..
(İnsan, ister-istemez üzülüyor bu arkadaşlara! Yazarken gösterdikleri beğeni
inceliğini, güncel yaşamlarında neden esirgerler ki dillerinden? Edebiyat
derebeylerinin koltuk değneklerine tutuna tutuna, "ben şairim, ben
romancıyım." havalarında ortalığı toza-dumana katan nice düzmece yazar, bu
arkadaşlardan ikisinin de eline su dökemez oysa!)
Adam, 70'ini çoktan devirmiş, asla ve kat'a şaşkına dönmüyor, nereden kapmışsa
kapmış bu yaşında, "hayret bişey"i yaşıyor mütemadiyen, yaşamak denirse
buna!
Diyesim: Yozlaşmanın envayi çeşidi. Neresinden bakarsanız bakın, insanın içini
karartan bir tablo... Yukarıda, genelde okumuş-yazmışların dilinden örnekler
sundum. Okumuş yazmışlar böyleyse, okumaz-yazmazlar nasıldır, orasını varın siz
düşünün artık. Düşünmeye ne hacet, sokağa- çarşıya çıktığınızda,
bakkala-çakkala gittiğinizde, konu komşuya vardığınızda, şöyle bir kulak
kesilin ortalık yerde dönenen lâflara. Yolculuklarda, kulağınızın dibinde bütün
mahremiyetini ifşâ ediveren cep telefonu görgüsüzlerinin konuştuklarına azıcık
dikkat edin, vahametin boyutlarını çok yakıcı bir ıstırapla kavrayacaksınız
zaten.
Dert, deştikçe azgınlaşıyor. Burada kesmeliyim bu yakınmayı, kesmezsem,
bunalımım derinleşecek. Başka günlerde bol bol örneklerle dolduracağım nasılsa
yazılarımı. Şimdilik yeter.
Yeter de, Türkçe’mize daha fazla kıymayın efendiler. ''
Evet, Çerkes Halkının, adı Türkiye olan, anadili ve eğitim dili Türkçe olan bir
ülkede bir Türk olan Sayın Durali'nin anlatmak istediklerini çok iyi
kavraması gerekiyor. Evet,azınlık olarak biz Çerkesler bu yazının ışığında
dilimizi kaybedersek neleri kaybetmiş olacağımızı tekrar tekrar düşünmek ve bir
karar vermek zorundayız: TAMAM MI, DEVAM
MI ?
Son söz: ''ÇERKESCEMİZE KIYMAYIN EFENDİLER !''