Kaf Dağı Platformu tarafından düzenlenen “Yakın Tarih Tartışmaları ve Çerkez Ethem” konulu iki gün süren toplantı geçtiğimiz Cumartesi Pazar günleri Kayseri'de yapıldı.Kuşba Erol Kaf Dağı Platformu tarafından düzenlenen “Yakın Tarih Tartışmaları ve Çerkez Ethem” konulu iki gün süren toplantı geçtiğimiz Cumartesi Pazar günleri Kayseri'de yapıldı. Sunuculuğunu Perit Domaniç'in yaptığı oturumlardan ilki Cumartesi günü Kadir Has Üniversitesi Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. Toplantının açılış konuşmasını yapan Kafdağı Platformu kurucusu Oğuz Berk, “Yakın Tarih Tartışmaları”yla resmi tarihde anlatılanlar dışındaki gerçeklerin ortaya çıkmasını hedeflediklerini, bu toplantının Çerkes Ethem'e odaklandığını, benzer toplantıları farklı şehirlerde, farklı başlıklar altında devam ettireceklerini söyledi. HAKAN EKEN: “ETHEM BEY, ULUS-DEVLET KURMA ÇALIŞMALARINA KARŞI OLDUĞU İÇİN TASFİYE EDİLDİ” İlk Oturumun moderatörü gazeteci yazar Fuat Uğur oldu. Uğur, tarihin bazı konularda çarpıtıldığını, haksız yakıştırmalarla Çerkeslerin itibarsızlaştırıldığını anlatarak bu tür toplantıların yanlışlıkların düzeltilmesi için iyi bir fırsat oluşturduğunu söyledikten sonra sözü oturumun ilk konuşmacısı araştırmacı/yazar Hakan Eken'e verdi. Eken “Ulus Devlet İnşaasında Çerkes Ethem İmgesi” başlıklı sunumunda, Avrupa merkezli kapitalizmin gelişip yeni pazar arayışlarına girdiğinde, Afrika, Güney Amerika, Asya gibi dünyanın bazı bölgelerinde kolayca kendine yer bulurken; İran, Osmanlı, Hindistan, Çin gibi geleneksel yapıya sahip doğu ülkelerinde ise aynı kolaylıkta ilerleyemediğini söyledi. Batı kapitalizminin bu bölgelerde hakimiyet kurabilmek için o bölgelerdeki etnik farklılıkları, milliyetçi akımları kullandığını, kendi ulus devlet projelerini uygulamaya koyduklarını söyleyen Eken, “Osmanlı da bunun ilk kurbanlarından olmuştur” dedi. Eken sözlerini şöyle sürdürdü: “Bu gelişmeler karşısında Osmanlı kendini koruyacak arayışlara girdi. Osmanlı'nın o zamanki çok dilli, çok kültürlü modelini sürdürmek isteyenlerin oluşturduğu bir akım vardı. Onun karşısında da Batıcı, İslamcı ve Türkçü fikir akımları yer alıyordu. Bu fikir çatışmaları tüm yoğunluğuyla sürerken 1918 yılında Osmanlı 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıktı. Geleneksel yapıdaki Osmanlı yıkılmaya başlamıştı. Ardından İstanbul işgal edildi ve Malta Adası sürgünleri yaşandı. Bu Malta sürgünleri ile birlikte yukarıda bahsini ettiğimiz bütün düşünce yapılarındaki kadrolar Anadolu'ya geçmeye başladılar. Bu arada Anadolu'da bir çok yerde, yerel olarak örgütlenen ve mücadele eden, direnen yapılanmalar ortaya çıkmıştı. Ama bunların hiç birinin yeni bir devlet veya yeni bir millet ortaya çıkartmak gibi bir iddiası yoktu. 1919 - 1920 yıllarında henüz Milli Mücadele ve İstiklal Harbi gibi tabirler kullanıyorlardı, ki bu etnik bir savaş veya ulus-devlet kurmak gibi bir hedefin olmadığını gösteriyordu. 'Osmanlı Devleti'nin yapısının ulus devlet olmadığı' şeklindeki söylemler Kurtuluş Savaşı'nın başlamasından bir müddet sonra yön değiştirdi. İç ve uluslararası alandaki bazı gelişmeler sonrasında 1920'den itibaren askeri bürokrasinin başını çektiği yeni bir ulus-devlet kurma amacı ön plana çıkmaya başladı. Bu doğrultuda 1921-1926 yılları arasında İçinde Ethem'in de yer aldığı bazı kadrolar tasfiye edildi. O dönemde Çerkes Ethem, diğer pek çok Çerkes gibi Osmanlı Devleti'nin devamını isteyen bir çizgideydi. Bu ise devlete, bürokrasiye hakim olan güçlerin tercih etmediği bir şeydi. Önce Ethem beyi askeri anlamda yalnızlaştırdılar; sonrasında ulus devlet çizgisinde olmayan diğer liderlerle birlikte tasfiye ettiler." TURGUT TÜRKSOY: “ETHEM'İN TASFİYESİ BÜYÜK PROJENİN BİR PARÇASIYDI” Oturumun
İkinci konuşmacısı araştırmacı/yazar Turgut Türksoy,
“Kurtuluş savaşındaki Çerkes Ethem ve Ders Kitaplarındaki
Çerkes Ethem” başlıklı konuşmasına Çerkes Ethem'in hiç bir
zaman hain olmadığını söyleyerek başladı. Ethem Bey ile ilgili yazılanların bir çoğunun gerçeği yansıtmadığını söyleyen Türksoy, Ethem bey meselesinin sadece şahsını ve ailesini ilgilendiren bir mesele olmadığını, olaylara daha geniş bir perspektiften daha bütüncül bakılması gerektiğini belirtti. Ethem Bey'in arkasından devam eden sürece dikkat edildiğinde gerçeklerin daha iyi anlaşılacağını ifade eden Turgut Türksoy, 150'likler sürecine, Rauf Bey, Bekir Sami Bey, Kuşçubaşı Eşref Bey'in başına gelenlere ve yaşanan diğer olaylara bakıldığında bunların bir projenin yavaş yavaş uygulanmasından başka bir şey olmadığının görüleceğini söyledi. Türksoy şöyle devam etti: “Bu süreçte Ethem Bey'in yanında savaşan binlerce Çerkes'in yanısıra, Ankara hükümetinin yanında savaşan binlerce Çerkes, Karadeniz'de, Güney'de kendiliğinden inisiyatif alan onlarca Çerkes liderlerin etrafında toplanıp savaşan binlerce Çerkes de yok sayıldı. Nasıl yapıldı bu? Ethem Bey'in hain ilan edilmesi, isminin başına “Çerkes” ibaresi getirilmesi ile. Ama sadece bu şekilde yok saymayla kapanmadı konu. Marmara bölgesi Çerkesleri, “Siz Ethem'e yardım ettiniz”, “Siz Anzavur'a yardım ettiniz” denilerek uğruna öldükleri bu devlet tarafından ikinci kez sürgüne uğratıldılar. Evet, ne yazık ki bu topraklara geldiklerinde dilini bilmeden uğruna öldükleri bu devlet, Çerkesleri ikinci kez yok oluşa mahkum etti. Bugün artık o uğruna öldükleri devlet tarafından dilleri unutturulmuş vaziyetteler. 80 senede uygulan nasıl bir asimilasyondur bu böyle, nasıl bir acımasızlıktır bu böyle, nasıl bir ihanettir bu böyle?... Sormamız lazım gelen asıl soru, bunca fedakarlık gösteren Çerkeslerin mi, yoksa onlara bu muameleyi reva görenler mi hain olduğudur? Daha Ankara hükümeti kurulmadan ve Meclis açılmadan 15 gün öncesine kadar Mustafa Kemal'in, Ethem Bey'in, Halide Edip'in, Adnan Adıvar'ın “bulundukları yerde tutuklanmaları, direnirselerse de kurşuna dizilmeleri” emrini veren şahıslar Osmanlı devletinin Genel Kurmay Başkanı durumundaki Fevzi Çakmak ile yardımcısı İsmet İnönü idi. Öte yandan Mustafa Kemal'in aklında ne Samsun'a çıkmak, ne Kurtuluş savaşını başlatmak gibi bir şey varken, onlardan bir sene öncesinde Ethem Bey mücadele bayrağını açmış Rum çetecilerle, dağlardaki eşkiyalara, işbirlikçilerle, asker kaçakları ile savaşmaya başlamıştı bile. Ve onu bu mücadeleye teşvik edenler de yine bir Çerkes olan Rauf bey ve Kuşçubaşı Eşref Beyler idi. Kendisine bu görev teklif edildiğinde yaralı ve hasta durumda olmasına rağmen, hiç kimse böyle bir görev kabul etmezken o bu görevden kaçmadı ve mücadele bayrağını bir yıl önce açtı. Kendisine verilen ilk görev de Menderes Irmağı önünde Yunan Ordusu'nun ilerlemesinin durdurulması idi. O, önce bölgedeki birliği sağladı, arkasından Yunan ordusunun ilerlemesini durdurdu. 1. Anzavur ayaklanması çıktığında Ankara'nın görevlendirdiği Kazım Özalp bu ayaklanma karşısında aciz kalmış ve Ethem Bey'den yardım istemiştir. Bu isyanı Ethem Bey bastırdı. Sonra 2. Anzavur ayaklanmasını, Düzce ayaklanmasını, Derince ayaklanmasını, Yozgat ayaklanmasını ve daha pek çok irili ufaklı ayaklanmayı hep O bastırdı. Bunun ne büyük anlam taşıdığını İsyancıların Kızılcahamam'a kadar geldiklerini düşündüğümüzde daha iyi anlarız. Öyle ki, Ankara Hükümeti dosyalarını evraklarını toplamış, Kayseri'ye, Sivas'a gitmek için hazırlıklarını yaparken olmuştur bütün bunlar. O zaman Meclis kendisini kahraman, kurtarıcı, halaskar ilan etmişti. Ama sonuç acı oldu. Bu acı sonuç, İttihat ve Terakki'nin “tek dinli, tek etnikli, tek dilli” bir devlet yaratma projesinin kaçınılmaz bir sonucu idi. Çerkesler, ulus-devleti kurmak isteyenler tarafından tasfiye edilmişlerdir. Öncesinde Karadenizde yerli Bolşevikleri suya gömüp onları da tasfiye ettiler, sonrasında Ethem beyin etrafını boşalttılar, ardından Ruslarla alelacele bir anlaşma imzalayıp Kazım Karabekir'in Doğu Ordusu'nu Ankaraya getirip Ethem beyin karşısına çıkarttılar. Ethem Bey ise kardeş kanı akmasın diye bunlara karşılık vermedi ve mücadeleden çekildi. Böylece Ethem bey tasfiye edilmiş oldu. Ardından 150'likleri çıkardılar, dindarlara musallat oldular. Sonrasında Ermenilere, Araplara ve Fransızlar'a karşı dişe diş mücadele eden Kürtleri kırıp geçirdiler. Ardından Alevilere sıra geldi... Bütün bunlar bir projeydi. Ama bir gerçek var, bugün bu ülke varsa, bu ülkede bayrak dalgalanıyorsa, bunda binlerce Çerkesin emeği, teri, canı ve kanı vardır. Şimdi sormak lazım bu kadar hak sahibi olan halkların dillerini yasaklamak, yok etmek reva mıdır acaba? Allah'ın insanlara doğarken bahşettiği, Kur'an'da da bunu belirtildiği insanların anadillerini yasaklamak reva mıdır? “Türkçe konuşun” kampanyalarıyla Çerkeslerin, Kürtlerin, Lazların, Süryanilerin, Rumların dilleri unutturuldu. Etnik grupların dilleri yasaklandı. Bunların hiç biri reva değildir." MEHMET BOZKURT: “ETHEM DÖNEMİNİN EN PRESTİJLİ İSMİYDİ. ÖMRÜNÜN SONUNA KADAR DA AKTİFTİ” Türksoy'un sözlerini tamamlamasından sonra araştırmacı yazar Mehmet Bozkurt “Çerkes Ethem Kaynakçası” başlıklı bir konuşma yaptı. Yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemini, 1919 Samsuna çıkış ve 1927'de Nutuk'un okunmasına kadar geçen zaman olarak işaretleyen ve bu süreci parantez içine almak gerektiğini söyleyen Mehmet Bozkurt, bu parantezin içinde bu ülkenin kuruluş tarihi olduğunu söyledi. Bu sürecin aynı zamanda bir paylaşımın, hesaplaşmanın tarihi de olduğunu belirten Bozkurt, 1922'ye kadar Bolşevikler ve Çerkes Ethem'le hesaplaşıldığını bunun birinci hesaplaşma olduğunu söyledi. İkinci hesaplaşmanın ise 1922-1925 yıllarını kapsar şekilde Ali Şükrü Bey Vakası'yla birlikte islami renklerle olan hesaplaşma ve 1925'de Şeyh Sait isyanı üzerinden Kürtlerle olan hesaplaşmayı içerdiğini belirten Bozkurt, son hesaplaşmanın ise 1926 yılında yapılan İzmir Suikasti ve Ankara duruşmaları ile İttihatçılarla olan hesaplaşma olduğunu belirtti. “Burjuva devrimcisi” olarak nitelendirdiği Mustafa Kemal'in çevresindekilerle hesaplaştıktan sonra 1927'de ünlü Nutuk'unu Mecliste okuduğunu belirtti. Daha sonra tekrar 1919-1922 sürecini dönen Bozkurt, bu dönemde iki prestijli hareket olduğunu, birincisinin Ethem bey, diğerinin de bolşevizm olduğunu belirterek şöyle devam etti: “O dönemde Bolşevizm bir kurtuluş reçetesi olarak görülüyordu. Bu kuru bir solculuk değildi. Muhafazakarlar da Bolşevizme sahip çıkıyordu. Ethem bey de çok prestijliydi ve 1921 yılı başına kadar tek umuttu. Hakkında marşlar yazılıyordu. Ankara'ya geldiğinde Mustafa Kemal başta olmak üzere Meclis kendisini ayakta karşılıyordu. Ama daha sonra bir ay içinde de hain ilan edildi. Ethem Bey o kadar prestijli idi ki, Meclis'te yapılan İçişleri Bakanı seçiminde Mustafa Kemalin adayı Refet Bey kaybedip, Bolşevik Nazım bey kazandığında, Nazım beyin istifa edip Refet Bey'e görevi bırakmasını Ethem beyin söylemesini rica ediyorlardı. Ve onun talebiyle Nazım bey istifa ediyor, görevi Refet bey alıyordu. Bu derece prestijli biriydi işte Ethem bey o dönemde.” Daha sonra Ethem Bey hakkında çok kitap yazıldığını söyleyen Bozkurt, bu konuda ciddi bir kaynakça sorunu olduğunu söyledi. Çerkes ethemle ilgili iki kaynak kitap olduğunu belirten Bozkurt, bunlardan ilkinin 1962 yılında Dünya Yayınevi tarafından “Çerkes Ethemin Hatıraları” ismiyle basıldığını, ikincisinin de 1973 yılında Cemal Kutay'ın yazdığı “Çerkes Ethem Dosyası” olduğunu söyleyerek ikisinin de sağlıklı olmadığını, ikisi üzerinde de şüpheler olduğunu belirtti. Mehmet Bozkurt, Çerkes Ethemin yurt dışına çıktıktan sonra inzivaya çekildiğine dair yazılanların da gerçek olmadığını söyledi. Bu tür şeyler yazarak sanki ihanet etmiş de pişmanmış havası uyandırıldığını söyleyen Bozkurt, bu yaklaşımın kaynağının Cemal Kutay olduğunu ve kendisinin bunu tasvip etmediğini söyledi. Emniyet arşivlerinde çıkan dosyaların da Kutay'ı yalanladığını söyleyen Bozkurt, “Ethem'in sonuna kadar mücadele ettiği, sürekli hareket halinde olduğu bu belgeler inceleniğinde görülüyor” dedi. Ethem'in 1937 yılında Celal Bayar'a yazdığı mektubun bugünün de sorunları olan konulara işaret ettiğini söyleyen Bozkurt, Ethem'in o mektupta Bayar'a, “Eğer sen dağdaki Kürtleri düze indiremezsen barışı da sağlayamazsın. Bunun yolu da dillerini serbestçe konuşup, okuyacakları imkanın sağlanmasıdır” dediğini, onlara genel bir af çıkarılmasını önerdiğini belirtti. YALÇIN KARATAŞ: “ÇERKESLERİ ÖNCE TEŞVİK ETTİLER, SONRA TASFİYE” Günün son konuşmacısı araştırmacı-yazar Yalçın Karataş ise “Osmanlıdan Türkiye'ye Çerkes Kimliğinin Değişimi ve Tasfiyesi” konusunu ele aldı. “Çerkesler'e bu coğrafyada misafir muamelesi yapılıyor ama onlar binlerce yıldır bu coğrafyada zaten varlar” diyerek söze giren Karataş, Memlüklerin son dönemini örnek gösterdi. Mısır'ın 200 yıl Çerkes yönetiminde yaşadığını belirten Karataş, Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti bir Çerkes komutanı yenerek aldığına dikkat çekti. Karataş, “Ama ne hikmetse Kemalistler geldi ve bu hilafeti ilga ettiler. Niçin kaldırıldığı ise benim için kocaman bir soru işaretidir. Öyle ya, Papalık kaldırılmıyor da, hilafet niçin kaldırılıyor?” dedi. Osmanlı'da sürgünle artan Çerkes nüfusun, Osmanlının dağılmaması için büyük mücadele verdiğini söyleyen Karataş, dağılmaya yüz tutunca da içinde Türk kelimesinin yer aldığı ilk devleti Batı Trakya'da yine Çerkes yoğun bir ekibin kurduğunu söyledi. Bu grubun içinde Ethem bey'in de olduğunu hatırlatan Karataş, “Ama bunu bugün kimse söylemiyor” dedi. Karataş şöyle devam etti: “Osmanlı devletinde Çerkes kimliği olumluydu, pozitifti. Ama Türkiye Cumhuriyeti kurulurken herşey tersine döndü. Çerkesleri önce teşvik ettiler, sonra da “bunlar başımıza bela olacak” diye bir Çerkesofobi oluşturdular. Ve bunu hala da yapıyorlar. Daha 2005 yılında Çerkeslerin hainliğine dair basılmış bir kitabı İstanbul'un Taksim Meydanı'nda ücretsiz dağıtıyorlardı. Ve bunları yaparken kendi hemşerilerimizi bile kullanıyorlar. Halbuki bizim dünyanın hiç bir halkı ile bir problemimiz yok, bizim problemimiz yöneticilerle. 1919 -1922 döneminde “hepimiz kardeşiz” diyenler, 1922'den itibaren herkesi Türk yapmaya çalıştılar. Buna bir tek Çerkes Emir Marşan Paşa itiraz etti. Bu itiraz karşısında panikleyen Mustafa Kemal alel acele Emir Marşan'ı tasdik eden o meşhur konuşmasını yapmış fakat sonra da tasfiye çalışmalarına girişmiştir. Büyük plan Osmanlı'nın ve Hilafetin tasfiyesi idi. Bu yolda da öncelikle Çerkesler tasfiye edilmiştir. Bu arada sosyalistler de, Kürtler de, Aleviler de İzmir suikasti ile Mustafa Kemal'in diğer mücadele arkadaşları da tasfiye edilmiştir. Yurt dışına sürülen 150'likler listesinin yüzde yetmişbeşi Çerkes'tir. 1927-1950 yılları arası ise tam bir tek parti diktasıdır. Halkları, dilleri, kardeşlikleri yok etme dönemidir. En büyük zararı da Çerkesler görmüştür.“ Birinci gün programı konuşmacıların yöneltilen soruların cevaplandırılması ile sona erdi. İKİNCİ GÜN 2. gün programı Pazar günü saat 14.30'da başladı. Sahneye davet edilen Çerkes Ethem'in ağabeyi Reşit beyin kızı Güner Mzago Kuban, Türkiye'ye geldiğinde çok küçük bir çocuk olduğunu ve Bandırma'ya yerleştiklerini belirterek şunları söyledi: GÜNER MZAGO KUBAN: “YAŞAM MİSYONUM ETHEM BEYİN HAİN OLMADIĞINI KANITLAMAKTIR” “Hainin çocuğu” diyerek çok kovalandım. Kendimi eve atıp arkamdan kapıyı kapattığım her seferinde, “Size bir gün hainin çocuğu olmadığımı kanıtlayacağım” dedim. Bütün yaşamım boyunca da bu misyonu gerçekleştirmek için çaba harcadım. Bu misyondaki en büyük amacım, şimdiki gençlerin benim yaşadığım acıları, travmaları yaşamaması, başları dimdik yürüyebilmeleridir. O günlerin çok yaklaştığını görüyorum. Çerkes Ethem Ethem olayındaki “ihanet” yakıştırması, Çerkes Ethem'in şahsında, ailemin şahsında kurtuluş ordusunun yarısından fazlasını teşkil eden kahraman, cesur Çerkes halkına yapılmıştır. Ben Çerkes Ethem'in itibarının iadesi teklifine tamamen karşı geliyorum. Çünkü Ethem bey hiç bir zaman itibarını yitirmemiştir. Şimdi bu programda bulunmaktan çok mutluyum ve katılan herkese çok teşekkür ediyorum.” 2. Oturumun yöneticisi Gazeteci Yazar Ahmet Tezcan Türkiye'nin bilinmeyenlerinin bilinenlerinden daha çok olduğunu söyleyerek bu toplantının da bilinenlerin artışına ışık tutacağını söyledi. ENVER SAĞLAM: “ETHEM'E HAİN DENİLMESİ ÇERKESLERİ BİLİNÇLERDİ” İlk sözü alan konuşmacı Enver Sağlam, Çerkes Ethem'in itibarının iadesinin, heykelinin dikilmesinin Çerkeslerin tüm meselelerini çözmeyeceğine dikkat çekti. Ethem Bey'e hain denilmesinin bumerang vazifesi gördüğünü, bu sıfata muhatap olan Çerkeslerin kendisini sorgulayıp asıl kimliğine döndüğünü belirten Sağlam “Herhalde bunu o günlerde pek hesap edemediler” dedi. Çerkeslerin asıl sorununun anadili meselesi olduğunu söyleyen Sağlam, dilin unutulmasını endişe verici olarak nitelendirdi. Dil bilmenin de aslında yeterli olmadığını, bir dilin yazı dili haline gelmeden, basılı eserler okunacak derecede bilinmeden yaşatılamayacağını söyleyen Sağlam buna çare üretilmesi gerektiğini söyledi. Yapılan iki Çerkes Mitingi'nin ardından Başbakanın rahatsız olarak “Şimdi de Çerkesler çıktı” demesinin içinden bir şeyler kopardığını söyleyen Sağlam, "Çıktı da ne oldu sanki, devlete bir zarar mı geldi?” diyerek tepkisini gösterdi. Bu dileklerin açıkça dillendirilmeye başlanmasından, sokağa çıkılan son bir yıldan sonra bunun artık daha büyük yansımalarının olması lazım geldiğini söyleyen Sağlam bu süreçlere toplumun bütün kesimleriyle sahip çıkması lazım geldiğini belirtti. FERHAT KENTEL: “ÇERKESLER VE DİĞER KESİMLER KONUŞTUKÇA YENİDEN DÜŞÜNME KAPASİTESİ KAZANIYORUZ” Günün ikinci konuşmacısı Şehir Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ferhat Kentel'di. Kendisinin sosyolog olduğunu belirten Kentel, işlerinin sadece toplumsal bir takım durumları analiz edip onları tekrar topluma sunmak olmadığını, sosyolojinin aslının sürekli öğrenmek olduğunu söyledi. Çerkesler'in konuşmaya başladığı son bir kaç senede çok şeyler öğrendiğini söyleyen Ferhat Kentel, bunun çok önemli ipuçları sunduğunu söyledi. Şimdiye kadar konuşamamış, konuşturulmamış kesimlerin konuşmaya başlamasıyla bir toplumun kendisi üzerinde düşünme kapasitesinin arttığını belirten Kentel şöyle devam etti: “Sorunlarını ortaya koyan Kürtler, başörtülüler, Çerkesler v.d. kesimler bu kapasiteyi artıran unsurlardır. Çerkesler de son zamanlarda bu yönde en büyük adımlarını atmaktalar. İşte şu anda burada bizi Çerkes Ethem üzerine düşünmeye çağırdıkları gibi. Dil sadece ağızdan çıkan kelimeler değildir. Dil hafızanın yansımasıdır. Konuşmak lazım. Toplumlardaki travmaların en önemli sebebi de galiba konuşamamaktır. Bugün biraz itiş kakışla da geçse ortada hakiki olan bir şey var: Biz artık geçmişle yüzleşiyoruz. Geçmişle yüzleşmek iyileşme sürecidir. Tabii bu iyileşme sürecinin biraz zamana ihtiyacı var” dedi. Geçmişteki isyanlar v.s.nin sebebinin ulus inşa edilme sürecinden bağımsız olmadığını söyleyen Kentel, ulus inşaası denildiğinde de bunun modern zamanlarda ortaya çıkan bir şey olduğunun belirtilmesi gerektiğini söyledi. Kentel analizine şöyle devam etti: “Temellerini 1648 Wastfalia anlaşmasına kadar götürebileceğimiz, tam olarak 1789'da ortaya çıkan ulus anlayışı, aslında bir toprak parçası üzerinde ortaya çıkan iktidar ilişkileridir. O topraklara kimler hükmediyor, kimler hükmedecek meselesidir. Sanayinin gelişmesi, kapitalizmin gelişmesi ile ortaya çıkan yeni topluluklara, yeni bir kimlik yaratma çabalarıdır ulus oluşturmak. Aslında ulus süreci, egemen sınıfların diğer sınıfları ikna etme, inandırma sürecidir. Ama inanmak öyle basit bir şey değildir, altını doldurmak gerekir. İnanmanın karşılığı sorgulamadan iman etmektir. İnançta rasyonellik aranmaz. İnanmak aynı zamanda sosyal bir meseledir ve toplumla birlikte inanılır. İnanmanın ritüelleri vardır. İnananlarca bazı şeyler belirli zaman aralıklarında hep tekrar edilir, namaz gibi, oruç gibi, hac gibi v.s. İnancın ikonografileri, resimleri, sembolleri vardır; maabedler, 5 vakit okunan ezan, minareler, çanlar gibi. Ve hayat döngüseldir ve biz bir dine bu döngüselliğin içinde inanırız. Etnik kimlikler de bir şekilde böyle inanırlar. Adetler, gelenekler, görenekler vardır ve bunlar sürekli tekrar edilir. Doğuştan Çerkes doğulmaz mesela. Çerkeslik sonradan toplumla birlikte öğrenilir ve inanılır. Modern devletin oluşturduğu travmalardan birisi de tam böyle bir yerde başlıyor işte. Toplumlarda tekrarla oluşan inanma ritüellerini modern ulus-devlet çok güzel bir şekilde kendisine adapte etmiştir. Benzer bir takım ritüeller üretmiştir. Cumhuriyet bayramları, 23 Nisanlar, kravatlar, fraklar, fötr şapkalar, bunlara ilişkin protokoller, 10 Kasım törenleri, Kabenin yerini alacak Anıtkabirler, bayraklar, semboller, İstiklal marşları, besmele çeker gibi sabah içilen antlar, kendini vatana, millete, Türklüğe armağan etmek v.s. gibi... Bütün bunları yaşadığınız zaman sosyal olarak inanırsınız. Belli bir tornadan geçtiğimiz zaman bu ulus kimliğini içselleştiririz. En büyük travma da oradan başlar işte. Ben ailemin yanında başka bir şeye inanmışken, bu modern devlet onları yok edip yerine başka bir şeyler koymaya çalışıyor. Çerkesliğini, Kürtlüğünü bırak bu tarafa geç diyor. Bu hiç de kolay bir şey değil. Adına Türk toplumu denilen, hiç de sahici olmayan, yaratılmış bir kurgu olan bu ulus kavramının içinde hep beraber debelenip duruyoruz işte. Bütün ritüellerine rağmen başka bir şey olmaya çalışıyoruz. Bir nevi hepimiz şizofrenik varlıklarız. Bu şizofreni şöyle bir sonuç da getiriyor: Bir taraftan kendimizi korumaya çalışıyoruz, bir taraftan da bizim gibi olan insanları asla göremez hale geliyoruz. Çerkes isek sadece kendi derdimizle ilgileniyor, Kürtlerle, başörtülerle diğerlerinin derdiyle ilgilenmiyoruz. Yani ulus devlet mantığının içinde kendi içimizde cemaatlere bölünüyoruz aslında. Ulus devletin en çok başvurduğu kaynaklardan biri de “biz” ve “ötekiler”dir. Ulusu bunun üzerine inşa ediyorlar. Bize kötüleri işaret ederek, düşman üreterek ulus inşa etmeye çalışıyorlar. Bunun için de ihanet dilini kullanıyorlar. Ermeni ihaneti, Rum ihaneti gibi. O pencereden bakınca sen de Osmanlıya ihanet ettin diyebiliriz bize bunu dayatanlara. Çapanoğulları veya Anzavur kazansaydı bugün başka bir şey olur, belki de Mustafa Kemal'in isminin önüne benzer sıfatlar konurdu. Tarihi kazananlar yazıyor. O dönemde ulus devleti güç ilişkileri üzerine, devrimler üzerine inşa ediyorlardı ve düşmanlara ihtiyaçları vardı. “Ötekiler”, “hainler” diye ürettiğimiz figürler, kendimizi inşa etmek için kullandığımız kara noktalardır hep. Onlar işlevseldir. Bunlarla tarih yazılıyor. Ama tarih yazımı hiç bitmez, sürekli yenilenir. Tarih güç ilişkileri içinde yazılır. Biz ne kadar çok konuşursak yeni yazılacak tarih de bu konuşulanların içinden çıkacaktır. 10 sene sonra çok farklı olur tarih. Çerkes Ethem'le, Ermeniler'le birlikte başka bir tarih yazılır. Tarih sık sık içerisine gidip geldiğimiz ve dönüşümüzde yeni bir şeyler getirdiğimiz bir alandır. Her dönüşümüzde anlama kapasitemizi artıran bir şeyler getiririz. İşte bugün Çerkesler, Kürtler v.d. sayesinde yeniden düşünme kapasitesi kazanıyoruz. Yeni bulgularla tarihi yeniden yazma kapasitemizi geliştiriyoruz. Bu da travmalardan kurtulmak için bize bir imkan veriyor.” KANDUR: “ÇERKES ETHEM FİLMİ POLİTİK VEYA MESAJI VEREN BİR FİLM OLMAYACAK” Sonraki konuşmacı ünlü yazar/yönetmen Muhittin Kandur oldu. Kandur, sinemada Çerkes Ethem çekmenin zorluğunu anlatan bir konuşma yaptı. Özgürce konuşmanın güzel olduğunu ve hem kahraman, hem hain olarak damgalanan Çerkes Ethemin tartışılabiliyor olmasının önemli bir imkan sunduğunu belirten Kandur, tarihi algılara, gerçeklere az da olsa ışık tutan eğlenceli bir film yapmak istediğini söyledi. Çerkes Ethem'in iki konuda Türkiye için kurtarıcı olduğunu ifade eden Muhittin Kandur, İlkinin Çapanoğlunun Yozgat isyanını bastırması olduğunu söyledi. Ankara hükümetinin bu isyanı bastıracak gücü olmadığını bizzat İsmet Paşa'nın itiraf ettiğini hatırlatan Kandur, Ethem'in müdahalesi olmasa Ankara hükümetinin ayakta kalamayacağını belirtti. Ethem'in kurtarıcı olduğu ikinci eyleminin ise Türkiye'den ayrılmaya karar vermesi olduğunu belirten Kandur şunları söyledi: “Bu Yunanlılara sığınmak değildir. Bunu Türkiye'yi iç savaştan korumak için yapmıştır. Eğer iç savaş olsaydı herhalde bugünkü Türkiye'de ortada olmazdı.“ Öte yandan Ethem'in bir çok kişinin ölümünden de sorumlu olduğunu söyleyen Kandur, bunların çoğunun da Çerkeslerden oluştuğunu belirtti. “Ethem'in itataatsizliğe tahammülü yoktu” diyen Kandur şöyle devam etti: “Halkından, bu ülke için kendilerini feda etmelerini istedi. Bunun savunulur bir tarafı yoktur. Burada vatanseverlikle, insanseverlik arasındaki ortaya çıkan bir çelişki var. Kullandığı barbarca metodlar nasıl haklı gösterilir? Ancak bunlar tarihin gerçekleridir, işlendiğinde iyi bir sinema keyfi yaratır. Ben bunu yapacağım. Cumhuriyetin birinci lideri Mustafa Kemal, İkinci lideri İnönü, üçüncü lideri Ethem'dir. İnönü ikinci adam olarak kalmak için Çerkes Ethemi devre dışı bırakmıştır. İsminin başına Çerkes terimini koyarak bütün Çerkesleri hain olarak damgalamıştır. Bu olaylarda İngilizlerin çok etkisi olmuştur. Milli mücadeleye karşı başlatılan ayaklanmalarda İngilizlerin verdikleri silah desteğiyle başlıca rolü oynadığını görmek çok zor değildir. Bunların hepsi filmimizde yer alacak. Tabii yabancı aktörler de yer alacak ve böylece filmimiz uluslararası bir proje haline gelmiş olacak. Hikayemi hazırlarken, Ethem'in Amman'da ikinci dünya harbi sırasında İngilizler tarafından hapishaneye atıldığı günlerdeki mahpushane arkadaşlarının şahitliklerinden çokça istifade ettim. Türkçe eserlerden de istifade edeceğim. Film Ethem'in perspektifinden anlatılacak. Ethem'in Mustafa Kemal'le problemi olmadığı, İsmet İnönü ile zıtlaştığı kesin bir şekilde bilinmektedir. Filmin hikayesinde zeki biri olan İsmet İnönü ile Ethem arasındaki çekişme ele alınacak. Her filmin öncelikli hedefi eğlendirmektedir. Bu film politik veya mesajı veren bir film olmayacaktır. Komedi Fılmi yapmadığınız sürece herkesi memnun edilemeyeceğini de çok iyi biliyorum.“ Kandur'un konuşmasını tamamlamasından sonra Tarihçi Yazar Mustafa Armağan, “Kazım Karabekir üzerinden yakın tarihimiz” konulu bir konuşma yaptı. MUSTAFA ARMAĞAN: “BUGÜNKÜ SORUNLARIN KÖKLERİ CUMHURİYETİN İLK KURULUŞ YILLARINDADIR” Armağan Türkiye'nin yakın tarihinin mağduriyetlerle dolu bir tarih olduğunu, bunun bugün konuşulabiliyor olmasının çok önemli olduğunu söyledi. Bugün mağdurların elindeki dokümanların, resmi tarihi hazırlayanlara elindekine kıyasla daha az olduğunu belirten Armağan, bunların çoğalması lazım geldiğini söyledi. “1920-1926 yılları arasında neler olduğunu bilmemiz lazım” diyen Armağan, ancak bu dönemin hatıratlarının sağlıklı olmadığını, değiştirildiğini belirterek buna dair örnekler verdi. Armağan şöyle devam etti: “Temel kaynaklara henüz ulaşabilmiş değiliz. Atatürk nutkunda Erzurum kongresinin tutanaklarını traşlamıştır maalesef. Orjinallaerini Fahrettin Kırzıoğlu yayınladı da öyle öğrenebildik. Bu durumda Nutuk'a güvenebilir miyiz? Türkiye'de tarihin kaynakları açıkça ortaya konulmamıştır. Farklı pencerelerden yorumlanmamıştır. Bu bakımdan Kazım Karabekir meselesi Çerkes Ethem'e de ayna tutmaktadır aynı zamanda. Kazım Karabekir'le ilgili 1923'e kadar herhangi bir sorun yoktur. Fakat tek perti yönetimine itiraz ettiği, eleştirilerini dürüstçe ortaya koyduğu için Mustafa Kemal'le yolları ayrılmıştır. Kazım Karabekir 1933 yılında Milliyet gazetesine yazdığı mektupta açıkça “İstiklal savaşını ben başlattım” diye yazmıştır. Karabekir o günleri anlatırken, “İsmet bana gelip, 'bu iş bitti. Paralarımızı birleştirip bir çitlik kuralım, savaşarak artık bu ülkeyi kurtaramayız” dediğini yazar. Karabekir, Mustafa Kemalle de görüşür ve Erzurum'a gitmeyi teklif eder. Mustafa Kemal ise o zaman Osmanlı Bakanlar Kurulu'na girmeye çalıştığını söyler ve Kazım'ın davetine, “Bu da bir fikirdir” diye karşılık verir. Kazım Karabekir Kurtuluş savaşını Doğu'da başlatır. Ama bugün Doğu Cephesi'ndeki bu savaş hiç anlatılmıyor. Niçin? Kazım Karabekir'e pay çıkartmamak için. 1922 de Kazım Karabekir 2 numaralı adamdır. 1923'ten sonra yollar ayrılır. Cumhuriyet, Karabekir Mecliste yokken ilan edilmiştir. Meclisin yarıdan fazlasının da haberi yokken ilan edilmiştir. Bugün bu yüzdeyle böyle bir karar alınsa Sabih Kanadoğlu bunu Anayasa Mahkemesi'ne taşırdı. Karabekir burada dışlanınca muhalif grubun başına geçiyor. İstiklal mahkemelerinin kuruluşuna karşı çıkıyor. “Bu Cumhuriyete zarar verir” diyor. Bunun sonucu ne oluyor? 1926'da kendisini idam sehpasının altında buluyor. 1926 dan 1946'ya kadar bir sessizlik dönemi oluyor. Bugünkü sorunların kökleri işte hep oralarda, o günlerdedir.” MÜMTAZER TÜRKÖNE: “BU ÜLKE ETHEM BEYE ÇOK ŞEY BORÇLU. BUNU DÜZELTMEZSEK BİZ İFLAH OLMAYIZ" Toplantının son konuşmacısı Mümtazer Türköne oldu. Türköne Cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili iki görüş olduğunu, bunlardan birinin 1. dünya harbindeki yenilgiden sonra Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçip ülkeyi düşmandan kurtardığı şeklinde rivayet edildiğini; ikinci görüşün de, imparatorluğun dağılmaya başladığı, ordunun yenile yenile tecrübe kazandığı, 1916'da Şam'da Teşkilatı Mahsusa liderlerinin toplandığı ve Anadolu işgale uğrarsa yapılacakların konuşulduğu, İstanbul'dan silahların transfer edildiği ve Rauf bey aracılığıyla Çerkes Ethem'e müracaat edilerek Anadoludaki mücadelenin başlatıldığı şeklinde. Üstelik bunlar olurken Atatürk daha Samsuna çıkmış falan değil. Peki hangisi daha gerçekçi? Elbetteki ikinci hikaye gerçekçi. O dönemde kafası net adamlar aranıyordu ki bunlardan birisi de Ethem'di. Milli mücadeleyi o örgütlemiştir. Bu yararlılıkları sonucudur ki Mecliste “münci-î millet” olarak karşılanmıştır. Ama bize hep birinci hikayeyi dayattılar? Nedir olay? İmparatorluk çökmüş, kurulacak yeni devletin içinde iktidar mücadelesi vardır. Türkiye'yi kuranlar Çerkesler ve Makedonyalılar'dır. Çünkü Rumeli ve Kafkasyalılar vatan kaybetmenin ne olduğunu iyi bilmektedirler. Daha sonra bu iki grup arasında mücadele olmuş ve Makedonyalılar kazanmıştır. Çerkesler Ethem bey üzerinden iktidar mücadelesinin taraflarından biri olmuştur. Ethem bey ise daha savaşın ortasında bu iktidar savaşını kaybetmiştir. Şimdi kazananlar kendi tarihini yazıyor. Bizim ise taraf gibi davranmamamız gerekiyor. Bugün sorunları çözmenin tek yolu var o da hataları düzeltmektir. Bunun anahtarı ise Çerkes Ethem'dir. Geçmişin hataları düzelmeden geleceğimizi inşa edemeyiz. Sahtelikleri düzeltmemiz lazım. Bu ülke Ethem Bey'e çok şey borçludur. Bunu düzeltmezsek biz iflah olmayız. Mezarının getirilmesi, Bandırma'ya da bir heykelinin dikilmesi lazım . Bunun da devletten beklenmesi lazım. Sivil bir inisiyatif talip olarak pekala bunları yapabilir.” Program hareketli bir soru - cevap bölümünün ardından sona erdi. |
6137 kez okundu |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |