Türkiye'de İd-oloji ve Kimliklenme Süreçlerine Çerkesler Dolayımıyla Bakmak Erol Köroğlu Yukarıdaki akademik ya da belki “entel” kokulu ve okuru korkutma olasılığı yüksek başlığı özellikle seçtim. Bu seçimin iki nedeni var: Birincisi, gerek “idoloji,” gerek bunu açıklamaya yönelik “kimliklenme ideolojisi” (ya da, “kimliklenme süreçleri bilgisi/çalışmaları”) kavramları bu yazıda üzerinde duracağım bir kitabın, Ayhan Kaya’nın Ocak 2011’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan TÜRKİYE’DE ÇERKESLER/ Diasporada Geleneğin Yeniden İcadı’nın özgün önerileri. İkincisi, Ayhan Kaya’nın aslında 2001-2003 arasında yaptığı sosyal antropolojik bir araştırmaya dayanan bu kitabı, Türkiye’de pek korkulan bilimsel/akademik yaklaşımın, geçmişten gelip bugünü belirlemeye devam eden sosyo-politik ve kültürel sorunlara ya da belki daha doğru bir deyişle Türkiye’deki hayata sağlam ve temelleri olan çözümler sunabileceğinin, gerçek katkılar yapabileceğinin sahici bir örneği. Dolayısıyla, okurda hafif bir terör duygusu yaratabilecek bu başlık üstünden şu mesajı vermeye çalışıyorum: Akademik ya da bilimsel ciddiyet, eğer ortada göstermelik bir durum yoksa, yazar pozcu bir sahtekâr değilse, hayatımıza dokunur ve bunun gerçekleşmesi için ilgili çalışma ya da çalışmaları okumaya cesaret ve okurken de sabretmemiz gerekir. Karanfile dönüşen her Çerkes Ben hem annem ve ailesi üzerinden Çerkes kimliği taşıdığım, hem Ayhan Kaya’yı şahsen tanıdığım için kitabı ilk yayınlandığı sırada okumuştum. Daha önce Çerkes kimliği üzerine pek sınırlı bir şeyler yayınlamış olmam hasebiyle, Çerkesler hakkında bir yazı yazmam istendiğinde aklıma ilk gelen şey Kaya’nın kitabı hakkında yazmak oldu. Zira Türkiye’de Bourdieu’ye ait bir adlandırmayla ifade edecek olursak, “her şey hakkında fikir yürüten” “total entelektüeller”e ait ve düşünsel fast-food özelliği taşımayan makale ve kitapların başına geldiği üzere, Türkiye’de Çerkesler kitabı hakkında hiçbir şey yayınlanmadı. Kimse Ayhan Kaya ile kitabı hakkında söyleşi yapmadı. Akademik süreli yayınlarda da henüz bir kitap eleştirisi, değerlendirmesi çıkmadı. Oysa bu kitap hem sosyal bilimler alanına hem de sosyo-politik ortama çok önemli katkılar sunuyor. İşte bu nedenle, şu kadar da sert konuşmak istiyorum: Bu durumun adı aymazlıktır ve bu aymazlık tüm bir kültürel sisteme aittir! Anlaşılacağı üzere, biraz didaktik ama çokça duygusal bir yazı olacak bu. Dört başı mamur bir kitap değerlendirme yazısı da olamayacak, kitabın sadece önemli gördüğüm bazı yerlerine ve özelliklerine göndermede bulunacağım. Amacım genel olarak kimliklenme süreçlerinin, bunların özel ama geneli temsil etme gücüne sahip bir örneği olarak Türkiyeli Çerkesler konusunun ve tabii Ayhan Kaya’nın kitabının bu konulara tuttuğu ışığın önemini vurgulamak. Biraz da buradaki duygusallığın öfkeye yönelik olmayan diğer ucundan, hayranlık ve minnetten söz etmek isterim. Ayhan Kaya kitabın hemen başında şöyle bir ithaf yazmış: “Sürgünle birlikte Karadeniz’in hırçın sularında karanfile dönüşen her bir Çerkes’in anısına ithaf edilmiştir…” Tarihsel köklerini iyi kötü bilen her Çerkes’in boğazını düğümler bu cümle. Çünkü 21 Mayıs tarihini yıllardır 1864 tarihli büyük sürgünün ve birkaç yıldır yaygınlaşmaya başlayan adlandırmayla Çerkes Soykırımı’nın yıldönümü sayan Çerkesler, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu tarihte toplanıp denize kırmızı karanfiller bırakır, ülkelerinden sürülüp Osmanlı’ya doğru gelirken denizde salgınlar nedeniyle ölen, Karadeniz’e terk edilen ve balıklara yem olan atalarını anmak için… Gerek sürgünden önceki direnişte, gerek Karadeniz’deki zor yolculukta, gerekse ayak basılan Anadolu topraklarında en iyi ihtimalle yüz binler ölmüş, henüz uluslaşma aşamasına gelemeyen bir kavim Osmanlı coğrafyasının her tarafına, yönetimin merkeziyetçi ve modernleşmeci nüfus siyaseti doğrultusunda yerleştirilerek parça parça edilmiştir. Ayhan Kaya kitabının girişinde, “Türkiye’deki Çerkes diasporasında homojen bir Çerkes kültüründen söz etmek mümkün değil” derken, sadece kendi kültür anlayışı ve yaklaşımını dile getirmez, aynı zamanda fiziksel bir dağılmışlığı da ortaya koymuş olur. İşte benim Çerkes kimliğine sahip oluşum gibi, herhangi bir kimliğin içinde konuşlanan herhangi biri, o kimliğe dahil olmayan birinin, bir “öteki”nin bu ithaftaki duygudaşlığı sergilemesinin karşısında minnet duyar. Ötekini anlamak Kitap, Kaya’nın 2001-2003 arasında Türkiye’nin pek çok yerindeki Çerkeslerle tanışıp görüşmesine dayanan sosyal antropolojik bir saha çalışması ve buna dayanan, 600 kadar Çerkes’in doldurduğu bir anket ilk adımı oluşturmuş, ama tüm kitabın ortaya çıkması uzun sürmüş. Kitabın ilk üç bölümü (sırasıyla diasporalar, göç ve öteki konularına ayrılmış) kitabın teorik zeminini oluşturuyor. Öteki kavramını tartışan üçüncü bölüm, tüm çalışmayı yöneten, en belirleyici bölüm. Öncelikle Kaya’nın bilimsel ve antropolojik yaklaşımını belirlediğini düşündüğüm Fransız filozof Emmanuel Levinas kaynaklı “öteki” anlayışına değinmekte yarar var. Kaya, “Ötekini anlamak mümkün mü?” başlığını koyduğu bölümde tolerans/hoşgörü kavramlarının Çerkesleri ya da başka herhangi bir kimliği anlamak için neden yetersiz kaldığını, aslında hoşgörü söyleminin ne türden bir üstten bakış ve büyüklenme taşıdığını ortaya koyuyor. Hoşgörü bir yana, yine bununla bağlantılı ve kökeni Descartes’a uzanan “ötekini anlama” söylemi de sorunlu, sırtını Levinas’a dayayan Kaya’ya göre. Bunu en iyi yansıtan bölüm, Levinas’ın ötekine bakışını tartışan, “ötekini idrak etmek, onu ilhak etmek anlamına gelir” altbaşlığı. Kaya burada Levinas’ın modern felsefeye yönelik çağrısına işaret ediyor: Ötekiyle ilişki anlama, tanımlama ve kategorileştirme temeline oturtulmamalı, çünkü ötekini anlamak imkânsız. Öteki hakkında bilgi toplayabilirsiniz ancak; ama bunu yaparken, ötekini size ram, ilhak ve asimile edecek anlama çabasından uzak duracak, ötekine saygıyı öne alacak ve onu eşitiniz olarak göreceksiniz. Bu yaklaşımdan yola çıkan Kaya, çok-kültürlülük ve kimlik siyaseti denen yaklaşımları keskin bir biçimde eleştiriyor. Çünkü bunlar farklılık, yerellik ve minörlüğü yüceltirken, bunları aynı zamanda şeyleştirip total hale getiriyor ve bir tür içsel sömürgecilik tavrı üretmiş oluyor: “[G]ünümüzde yaygınlık kazanan KÜLT-ürelcilik ve çok-KÜLT-ürellik söylemleri azınlıklara kültürel açıdan ‘özgür’ oldukları hissini vererek, modern devletin onları kontrol etmesi ve yönetmesi için gereken zemini hazırlamaktadır.” Kaya, yukarıdaki alıntıda özellikle büyük yazdığı “kült” sözcüğüyle nasıl din gibi, yani sabitleyici, daha doğrusu dondurucu bir yaklaşımla karşı karşıya olduğumuzu vurguluyor. Kendi önerisi, Levinas’tan beslenen ve eşitler arasındaki diyaloğa vurgu yapan, kesinlik peşinde koşmayacak bir süreç pratiği/çalışması/çözümlemesi. Kaya, bu alanda çalışan başka araştırmacılardan da güç alarak buna “İdoloji”, yani kimlik bilgisi ya da kimliklenmelerin ideolojisi diyor. Pek çok disiplini ilgilendirecek ve çok disiplinliliği gereksinecek bir yaklaşım burada söz konusu olan. Kimlik siyasetleri, kültürel ve etnik farklılıkların altını kalın çizgilerle çizip farklılığı “doğal” olarak gösterir ve böylece kültürü kült’leştirirken, idoloji kimlikleri tözselleştirmeden, bir özleri olduğunu düşünmeden onlarla diyaloğa girmeyi hedefliyor. Kaya’nın kitabının, her şeyi bir yana bıraksak, sadece bu tözselleştirmeme (özcülüğe düşmeme) yaklaşımı açısından da tutarlı ve başarılı olduğunu teslim etmeliyiz. Türkiye’deki Çerkes diasporasında homojen bir Çerkes kültüründen söz edilemeyeceğini söyleyerek kitabı açan Kaya, Fredrik Barth’dan destek alarak, Anadolu’nun her yerine dağılan Çerkesler aracılığıyla kültürün nasıl etkileşime açık hale geldiğini ve dönüştüğünü ortaya koyuyor. Barth’a göre “etno-kültürel kimlikler büyük ölçüde yere, zamana, coğrafi ve ekolojik koşullara ve süreçlere bağlı olarak şekillenen toplumsal tasarımlardır.” Kaya da Çerkes kültürüne bakarken bu tanımla uyumlu konuşuyor: “Çerkes diasporası kavramını kullanırken Çerkes toplumunu hiçbir şekilde tözselleştirmemek gerekiyor. Kültür dediğimiz şey toplumsal süreç içerisinde varolan, coğrafi koşullar çerçevesinde sürekli değişen, yeniden tanımlanan, yeniden üretilen bir tasarımdır.” Nitekim Kaya, gerek diaspora ve göç kuramlarını, gerek bunların genelde etnik gruplar ve özelde Türkiye’deki Çerkeslerle ilişkisini hep bu bilinçle okuyor. Ne kadar karmaşık bir toplumsal gerçeklikle karşı karşıya olduğumuzu bu tarz bir yaklaşım sayesinde daha açık görebiliyoruz. Fiziksel mekânlar; onların üzerinde yaşayan, “öteki”lerle etkileşim içinde başka mekânlardaki “biz”den farklılaşan, aynı anda hem klasik hem modern diaspora örneği sergileyen, Kaya’nın “küreselleşme çağının göçmenleri” dediği “göçmen aşırı aktörler”in kentsel ve kamusal alanları karşılaştıkları her türden dışlamaya karşı değiştiren ve şekillendiren etkilerine maruz kalarak, sembolik, iletişimsel ve ilişkisel üretim alanlarına dönüşüyor. Düpedüz bir ikiyüzlülük Türkiye’de Çerkesler, teorik konuların ardından, gayet özlü bir anlatımla Çerkeslerle ilgili tarihsel ve şimdiye yönelik bir analizi önümüze koyuyor. Kimlere Çerkes dendiğinden, Türkiye ve dünyadaki Çerkes nüfusuna, Anadolu’nun her tarafına dağılarak birbirinden farklılaşma yoluna girmiş Çerkes topluluklarının günümüzdeki bazı pratikler üzerinden nasıl “ortak duygu cemaatleri”ne dönüştüklerine, oluşturdukları kültürel ve siyasal birliktelikler aracılığıyla modern Çerkes diasporasını biçimlendiren “görünmeyen okullar” oluşturduklarına, kapitalist üretim ilişkilerinden çok potlaç/armağanla şekillenen, kendine özgü bir misafirperverlik, saygı ve kamusallık anlayışı içeren bir töreyi (Çerkeslerin, daha doğrusu kendilerine verdikleri adla Adigelerin dili olan Adigece’de habze ya da kabze) nasıl yeniden üretip paylaştıklarına kadar pek çok konuyla karşılaşıyoruz. Çerkeslerin, anavatanlarını kapsayan Rusya, diasporanın yaşadığı Türkiye ve başka ülkeler üzerinden nasıl dönüştüklerini, aralarında yaşanan ayrılık ve yeniden gruplaşmaların ne anlama geldiğini ve ne türden bir siyaset etme biçiminin görünürlük kazandığını takip ediyoruz. Kaya’nın sonuçta vardığı nokta, bütün çalışmada sergilediği bir uyarı, bir kulak küpesi oluyor. Kültürün bir zehre, bir çatışma, asla uzlaşmama ve zulüm aracı haline gelişine karşı bir uyarı, bir panzehir bu: “Halbuki, kültür eğer grup kimliğinin tanımlanması sürecinde birey tarafından akılcı bir şekilde yere, zamana ve duruma bağlı olarak kullanılan ve tözü olmayan, sürekli değişime tabi bir tasarım olarak algılanırsa, ‘kültür’ün bir çatışma alanı olarak algılanmasının ve kullanılmasının önüne geçilebilir.” Bu uyarı kuşkusuz herkese yönelik. Hepimiz bunu düşünmeliyiz; Çerkes’i, Kürd’ü, Türk’ü, şusu, busu… Ancak Kaya’nınki gibi sahici ve yapıcı çalışmaları özellikle devletin, ona ait kurum ve bunların eğitim birimlerinin dikkate alması gerektiğini düşünüyorum. Bu bir tavsiye değil, bir zorunluluk. Olan bitenden o kadar bihaber, o kadar nadan bir idare etme anlayışıyla karşı karşıyayız ki, tüm bir ülke Kaya’nın kitabın giriş bölümünde karşılaştığı Çerkes polis memurları üzerinden değindiği “çifte söylem”le, hatta bunun ötesinde düpedüz bir ikiyüzlülükle yaşıyor. Aynı kişi katı bir Türk milliyetçiliği söylemiyle konuşurken, bir anda bakıyorsunuz madun bir kimliği dillendirmeye ya da savunmaya başlıyor. Ya da anadil hakkı için Eskişehir’de miting izni alan Çerkesler, yine bir Çerkes olan vali tarafından, “ölü değil şehit diyeceksin!” gibi azarlarla durduruluyor, miting yapma hakları ellerinden alınıyor. Öldürülüp bir kenara gömülüveren kardeşinin bulunduğu toplu mezarlığı tespit edip devletin naşı vermesi için ölüm orucuna yatan adam ile annesi karşısında hükümetin bakanı ağlamaklı olur, çözüm için çabalarken, onun yanındaki devletin valisi “size eylem yapmanız için izin bile verdik, şımarmayın, şükredin” tadında laflar sarfediyor. İradenin iyimserliği Niye yazıyorum bunları? Siyasal gevezelik mi amacım? Hayır, değil. Evet, Türkiye’de insanın sinirleri her zaman oynayabiliyor ama burada önemli bir bağlantı var. Kaya, etnik grupların, azınlıkların neden kimlik siyaseti yaptıklarını anlayabilmemiz için, çoğunluk milliyetçiliğine bakmamız, öncelikle onu anlaşılır kılmamız gerektiğini söylüyor. Bununla bağlantılı olarak, giriş bölümünde söylediği, şu uzunca alıntıya bakalım: “[K]endi etno-kültürel ve dinsel kimliklerini kamusal alana taşımak yoluyla siyaset yapma girişiminde bulunan birtakım grupların bu tür talepleri karşısında siyasal ve askeri elitin daha soğukkanlı davranması beklenmelidir. Unutulmamalıdır ki, uzun yıllar meşru siyasal kurumların dışında bırakılan bazı gruplar, sahip oldukları tek şey olduğuna inandıkları etno-kültürel veya dinsel kimliklere vurgu yapmak suretiyle kendi taleplerini siyasetin merkezine taşımaya çalışmaktadırlar. Siyasal merkezin bu tür etno-kültürel ve dinsel talepleri dönüştürme ve onlara daha demokratik bir nitelik kazandırma potansiyeline sahip olduğuna inanmak gerekmektedir. Gerçek demokratik rejimler, bu tür etno-kültürel ve dinsel talepleri dile getiren grupların daha çok içinde bulundukları sosyo-ekonomik ve siyasal eşitsizlikleri ifade edebilmek için bu yola başvurdukları varsayımıyla hareket ederler. Demokratik olmayan rejimler ise bu tür talepleri, ulusal bütünlüğe ve güvenliğe karşı dile getirilen tehditler olarak görme eğilimindedirler.” Gramsci’ye selam vererek bitireyim, aklımızla kötümser olmaya devam ederiz tabii ki; çünkü karşımızdaki sorunlar sadece araştırmayla, bilimle çözülebilecek sorunlar değil. Ama hiç değilse, irademizle iyimser olmaya ve çabalamaya da devam ederiz. Türkiye’de Çerkesler bunu mümkün kılan, insanın içini ve aklını açan bir çalışma. _____________________________________ Kaynak: Altüst, Sayı:3 |
2813 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |